ABD, Mart 2003'te işgal ettiği Irak'tan 2011 yılında fiili olarak olmasa da resmi olarak çekilmişti.
Bu esnada Irak'ta “işgal askerleri” tartışma konusu olmaktan çıkmış, yeniden kurulan Amerikan elçiliği bir başka hararetli tartışmanın konusu oluvermişti.
Yüzlerce dönümlük devasa bir kompleks olarak Amerika'nın yeni Bağdat büyükelçiliği o dönemde tam 15.000 kişilik “personel” sayısıyla tartışmaların odağına oturmuştu.
Uğruna milyonların katledildiği, şehirlerin harap olduğu bir işgal süreci yaşanmıştı. Her şeye rağmen 2011 yılı, işgalin “resmen” bitiş yılı olmuştu. En azından bir “düzelme” beklentisi hâsıl olmuştu. Ama olmadı.
İşgalin “resmen” bitmesinden bugüne kadar altı yıl geçti. Bu süre zarfında Irak'ta yaşanan insanlık dışı manzaralar, işgal sürecinde yaşanan manzaraları bile geride bıraktı. Tıpkı İşgal sürecinin Saddam diktatörlüğü zamanında yaşananları geride bıraktığı gibi…
2011 işgal süreci sonrasından bugüne kadar yaşananlar değişmedi. Değişen tek şey, olayları okuma biçimimiz oldu. 2003 – 2011 arası yaşanan olayları hep “İşgal” kavramı üzerinden okurken, 2011'den sonra tüm okumalarımız, çatışmaların öznesi haline gelen “Irak'taki farklılıklar” üzerinden gerçekleşmeye başladı.
İşgal sendromunu aratmayan trajedi tablolarını bazen “Sünni-Şii çelişkisi”, bazen de “Kürt-Arap çelişkisi” üzerinden okumaya başladık. Kimimiz Şiileri, kimimiz Sünnileri, kimimiz Kürtleri, kimimiz Arapları topa tuttuk. Hiç ama hiç kimse “Elçilik kompleksini” aklına getiremedi; fitne fesat yuvası kompleksin kapısını aralayamadı, “Yeşil Bölge'ye” hapsolmuş devasa elçiliğin 15.000 kişi ile neler yapabileceğini, neler yaptığını gündemine almadı.
Dünyada bu denli devasa elçilik kompleksleri var mıdır, açıkçası duymadım, bilmiyorum. İşgal sonrası yıkımla pençeleşen, güven duyulacak bir karış toprağı bile bulunmayan bir ülkede 15.000 kişilik bir ekip ne yer, ne içer, ne tür dolaplar çevirir, bilmiyorum! Ama sonuçlardan yola çıkarak çok şey tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Irak'ın bugünkü haline bakınca herhalde terennüm edebileceğimiz tek bir şey kalıyor, o da Güney Amerika orijinli şu sözdür:
“Dünyada darbelerin yaşanmayacağı tek bir ülke var, o da Amerika'dır. Çünkü Washington'da bir Amerikan büyükelçiliği yok!”
* * *
Bir başka örnek vereyim;
İran…
Ortadoğu'da adrenalin tavan yapmış durumda. ABD'ye rağmen kriz noktalarına müdahil olan her ülkede iç çalkantılar, sabotajlar, toplumsal gerilimler, suikast ve bombalamalar rutine bağlanmış durumdadır. En basitinden Türkiye'de yapılanlar ortadadır ve pompalanmak istenen kaos, Türkiye'nin yeni dönem bölgesel politikasından bağımsız değildir.
İran ise, kriz noktalarının tümünde şöyle veya böyle başat bir rol icra etmektedir. Normalde bölgesel bazda işletilen kaos stratejisine göre İran'ın şu anda büyük bir karmaşa yaşaması gerekirdi. Darbe girişimleri, bombalamalar, suikastlar, toplumsal gerilimlerin çok daha fazla olması gerekirdi. Üstelik İran'daki siyasal ve toplumsal dokudaki hassasiyetler Türkiye'dekinden hiç de geride değildir.
O halde nasıl oluyor da bunca bölgesel icraatlarına rağmen İran'ın içerisinde toplumsal çatışmalara, siyaset dizaynına / iktidar değişimine dönük “kayda değer” olaylar yaşanmamaktadır? İran'ın içerisine baktığınızda içerdeki hareketlilik yönünden resmen “ölüm sessizliğiyle” karşılaşmaktasınız. Nasıl oluyor, bunu nasıl beceriyorlar?
Nasıl olduğu konusunda pek de parlak “akademik yaklaşımlara” sahip değilim. Mutlaka bunun birden fazla sebepleri olmalı. Ancak şu anda aklıma gelen en “parlak” fikir, “Tahran'da bir ABD elçiliğinin” bulunmayışı! Bizdeki gibi kontrolsüz bir mekanizma halini alan kritik noktalarda ABD konsolosluklarının olmaması! Dahası, denetlenemeyen “ABD/NATO askeri üslerinin” olmaması!
* * *
Bunları niye mi söylüyorum?
Çok basit! Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere devlet erkânının artık açıkça isim belirterek “ABD-Terör ilişkisi” üzerine yaptıkları değerlendirmeler.
Suçlamalar bir süre “Üst akıl” vurgusu ile sürdü. Olmayınca, durum giderek vahim haller almaya başlayınca “Üst akıl” kavramı esrarengiz kabuğundan çıkarılıp “ABD” olarak zikredilmeye başlandı. “Terör konsorsiyumunun” kumandasını elinde bulunduran ABD, elindeki kartlarını açıkça piyasaya sürünce artık isminin de doğrudan ve resmi yetkililerce telaffuz edilmesinde bir sakınca kalmadı.
Amerikan idaresindeki “Terör konsorsiyumu” her gün farklı bir çehreyle farklı bir noktada bombalar patlatıyor. Patlama sesleri toplumsal gerilime yol açacak şekilde provokatif söylem ve mesajlarla destekleniyor. Her terörist eylem sonrası en tepedeki yetkililerin Amerika'ya dönük suçlamaları eşdeğer muhataplarından değil, bazen çulsuz bir “Amerikan akademisyeninden”, bazen konsoloslardan, bazen büyükelçilikten, bazen de ne idüğü belirsiz bilmem neredeki kuvvetler komutanlığından geliyor!
Son olarak İstanbul'da yaşanan saldırıdan sonra El-Bab operasyonu bağlantılı “İncirlik'in konumu” resmi yetkililerce tartışılmaya açıldı. Tartışmanın üzerinden henüz yirmi dört saat geçmeden İzmir'de beterin beteri planlanan bir saldırı yaşandı.
İzmir'deki saldırı, diğer benzer saldırılardan bağımsız olmadığı gibi, verilmek istenen mesaj da diğer saldırılarla verilen mesajdan farklı değildi.
Ama en “ölümcül” mesaj, tartışmaların odağındaki “Büyükelçilikten” geldi.
“#TürkAmerikanDostluğu” etiketi altında sosyal medya hesabından paylaşımlar yapan ABD Ankara Büyükelçiliği, paylaşımlarının birini “Nihat ERİM-Nixon” ikilisinin fotoğrafına ayırması, ne dostlukla ne albümdeki klasiklerle asla ilgili değildi. Daha çok zamanlama ile ilgiliydi.
Nihat ERİM, cuntacı hükümetin Başbakanı idi. Nixon'la ortak yanı ise, ikisinin de “SUİKAST'a” kurban gitmiş olmalarıydı.
Elçiliğin verdiği bu mesaj üzerinden çetrefilli yorumlara girmenin anlamı yok. Mesaj belli, hedef açıktır!
Bu “Mesaj” genel anlamda Türkiye'nin şu sıralar Amerika'ya rağmen giriştiği yeni ittifaklar ve önce Suriye üzerinden uyguladığı, şimdi de Irak üzerinden uygulamaya başlayacağı bölgesel politikaya yönelikti.
Mesajın özel anlamı ise konumu tartışmaya açılan “İncirlik” üzerine kuruluydu.
Bir ülkede “Askeri üsleri” yoksa o ülkede Amerika topaldır, kötürümdür. Elçiliği yoksa Amerika kördür.
Irak, İran ve Türkiye üçlüsü üzerinden yaptığım örneklemeler ışığında şunu belirtmek gerekir ki; bu anlamda İran'da Amerika sadece topal değil, aynı zamanda kördür.
Irak'ta Amerika hem dört nala sahiptir, hem de gözü dört açıktır.
Bu anlamda Türkiye ise “yol ayırımında” bulunmaktadır. İşi kolay değildir, ama ne yapması gerektiğini herkes bilmektedir.
Amerika'nın şu sıralar “konsorsiyum” üzerinden Türkiye'ye uyguladığı dayatma politikası ise ne yapmaması gerektiğine dönük çabalar üzerine kuruludur.