Sinan Özdemir/ Dünya Bülteni/ Brüksel
Amerika için geri sayım tüm hızıyla devam ederken, dünya, 2008'de ki heyecanla olmasa da, sandıktan çıkacak sonucu bekliyor. Anketler, seçimlerin, Gore- W. Bush seçimi gibi (2000 seçimleri), başa baş bir sonuçla sonlanabileceğini düşündürüyor. Analistler Obama'yla geçen dört yılın bilançosu çıkarırken, adaylar Amerika'nın dış politikasına ilişkin yaptıkları açıklamalarla konuşulmaya, tartışılmaya devam ediyorlar. Biz de bu analizimizin ilk bölümünde Amerikan dış politikasının son dört yılını, ikinci bölümündeyse adayların açıklamaları ışığında gelecek dönemin fay hatlarını ve beklentilerini ortaya koymaya çalışacağız.
Barack Obama'nın 4 Kasım 2008'de seçilmesi yalnızca Amerika'da değil tüm dünyada görülmemiş bir coşkunlukla karşılanmıştı. Obamania adı verilen bu tutumun Obama'ya 2009'da Nobel Barış Ödülü de getirdi. Obama seçim akşamı, başkanlığı döneminde çözülmeyi bekleyen sorunları arasında "iki savaş, tehdit altında bir dünya ve bir asrın en kötü ekonomik krizi..." olduğunu açıklıyordu. Dört yılın ardında çözmeyi vaat ettiği sorunların yüzde 61'ini çözdüğü veya çözülmek üzere olduğu ifade ediliyor (Politifact.com).
İç politikada önemli adımlar atıldı. Bill Clinton döneminde, Demokratların cesaret edip alamadıkları sosyal ve ekonomik kararların önemli bir bölümü bu dönemde alındı. Ancak dış politika konusunda Obama'nın karnesi, içerdiği çelişkileri sebebiyle, beklentilerin altında kaldı. Prag, Stockholm, Gana ve Kahire konuşmalarında sırasıyla nükleer silahların ve savaşların olmadığı, Afrika'nın kendi geleceğini belirlediği ve hürriyetlerin yaygınlık kazandığı bir dünyanın altını çiziyordu. Seçilmesinden bir yıl sonra bu bakış yerini Amerikan realizmine bırakacaktı.
Amerika, özellikle Filipinleri işgal ettiği dönemden (Amerika, 1 Mayıs 1898'de California kıyılarından 11 bin kilometre uzaklıkta, İspanyol işgali altında ki Filipinlere müdahalle etti. İspanyolların yenilmesiyle Filipinler Amerika'nın denetimine geçti. Bu olay Amerikan yayılmacılığının ilk örneği oldu. Kapalı kapılar ardında, dönemin Başkanı McKinley, Filipinler'in "Tanrı vergisi" olduğunu söylüyordu. Çin pazarına yakın olması, Amerikan endüstrisinin iştahını kabartıyordu. Ancak içeride ki direnişe karşı Amerika'nın Filipinlerde uyguladığı politikalar bu gün Irak ve Afganistan'da uygulananlardan çok farklı olmadı. Filipinler kolonyal dönemin sonunda, 4 Temmuz 1946'da bağımsızlığına kavuştu) bu yana dışpolitikasını jeopolitik beklentiler ışığında şekillendiriyor. Doktrinlerle ifade ediyor. Her dönemde doktrinler ortaya atılmasa da, Amerikan dış politikasında doktrinler önemli bir yer tutuyor. Başkanların Amerika'nın dünya sahnesinde oynayacağı role ilişkin verdikleri kararlara bakarak idealist, realist veya hümanist oldukları söyleniyor.
Amerikan dış politikasında da, diğer büyük devletlerde olduğu gibi, süreklilik esastır. Ne var ki, gerektiğinde başkanın veya askerin "isteğiyle" konular yeniden değerlendirildiği de oluyor. Obama döneminde, Pentagon siyasi erkin kararlarına müdahale etmek suretiyle dengeleri lehine çevirmeyi başardı. Örneğin Obama'nın Pentagon bütçesinde yapmayı düşündüğü kesintiden vazgeçmesi yalnızca Cumhuriyetçilerin Kongre'de gösterdikleri tepkiyle açıklanamaz. Kararın geri çekilmesinde askerin rolü yadsınamaz. Yaşananların ardından savunma bütçesi 2013 için (2001 savunma bütçesiyle mukayese edildiğinde yüzde yüz arttı) 525 milyar dolara yükseltildi.
Obama Stockholm'da yaptığı konuşmada savaşların "bazen gerekli olduğu" ve "çılgınlığın dışa vurumu" olduğunu ifade ediyordu. Barış ödülünü almadan on gün önce, Afganistan'a otuz bin asker daha gönderme kararını imzalaması çılgınlığın dışa vurumundan ziyade gereklilik olarak düşünülmüş olmalıydı. Paradoks olarak, Obama döneminde, Amerika'nın dünyada bulundurduğu askeri üs sayısında bir düşüş yaşanmadı. Tam aksine sayıları arttı. Bu kararın ardından Obama'dan ziyade Pentagon bulunuyor. Irak ve Afganistan dosyalarında da aynı durum yaşandı.
Irak işgal edildikten sonra (2003) denetimin askerlere bırakılması siyasi belirsizliğe kapı aralamakla kalmadı ülkeyi kan gölüne çevirdi. Hatanın "düzeltilmesi" yine bir asker tarafından, General David Patreus tarafından, ancak yedi yıl sonra gerçekleşti. Ardından Afganistan'da denendi. Kısmi sonuçlar alındı. Amerika'nın düne kadar dışladığı Talibanlarla görüşmeyi kabul etmesi, Rusya gibi, Afganistan'da başarısızlığa uğradığını gösterdi. Obama Amerikan askerlerinin 2014'te çekileceğini duyursa da askerler aynı kanıda değil. Askerler, Orta Asya'da var olan askeri üslerin yanı sıra Afganistan'da merkezi bir askeri üs kurma kararlığındalar. Ne var ki, Talibanlar NATO askerleri tamamen çekilmeden görüşmeyeceklerini duyurdular. Seçimleri kazanması durumunda Obama'nın, Afganistan dosyasında, askerlerle uzlaşması veya geri adım atması gerekecek.
Amerikan kültüründe görülen ve siyasete de yansıyan "kutsanmışlık" düşüncesinin, Tanrı'nın Amerikan toplumuna bahşettiği saadetin, iyi niyet ve demokratik düşünceyle dünyaya yayılabileceği kanısı, düne kadar siyasi bir argüman iken, bu gün askerler tarafından da dillendiriliyor. Amerikalılar, Vietnam savaşından bu yana, dünyada yaygınlık kazanan Amerikan üslerinin güvenliklerini sağlamakla birlikte Amerikan değerlerinin dünyaya yayılmasında önemli bir rol oynadığına inanıyorlar. Jeopolitik açıdan bakıldığında bu üsler Amerikan menfaatlerinin korunmasına ve kısa sürede dünyanın herhangi bir noktasına müdahale etmesini kolaylaştırıyor.
Latin Amerika'da da, Amerika'nın askeri üsleri bulunuyor. Amerika, son olarak, Kolombiya'da merkezi bir üs kurmak istedi. Kolombiya parlamentosu gerekli yasayı çıkardı; ancak Anayasa Mahkemesi 2010'da aldığı bir kararla yasayı iptal etti (iptal edilen yasa yalnızca 2009 sonrasında kurulan üslere ilişkin. Öncesinde Kolombiya Antalşması'yla kurulmuş olanlara dokunulmadı). Amerika'nın Kolombiya'ya uyguladığı baskı Brezilya ve Venezüella'da yakından takip ediliyor. Amerika, Brezilya'nın Alcantra askeri üssünün kendilerine bırakılması noktasında baskı uyguluyor. Ancak Brezilya sıcak bakmıyor. Latin Amerika'da, Amerika Birleşik Devletleri daha çok hegemonik bir güç olarak görülürken (Monroe doktrini), Asya-Pasifikte ama özellikle Çin Denizi'nde, Çin'e komşu olan devletler açısından denge unsuru kabul ediliyor.
Filipinlere müdahale kararı alan William McKinley, seçim kampanyasında (1895) kullandığı afişlerin birinde "İçeride refah, dışarıda saygınlık" yazılı idi. McKinley Amerika'nın dünyaya açılmasının dış ticaretin geliştirilmesi ve halkların "medenileştirilmesiyle" gerçekleşeceğini iddia ediyordu. Woodrow Wilson'dan (1913-1921) bu yana "demokrasinin yaygınlaştırılması" fikri Amerikan dış politikasının en önemli savlarının başında yer alıyor.
Bu gün bile Amerika'da yayımlanan çalışmalarda veya yapılan konuşmalarda, eskiye nazaran çok daha dengeli bir dil kullanılsa da, dış dünyaya birşeyler götürme arzusunun sık sık kayda düştüğü veya dillendirildiğini söyleyebiliriz. Obama döneminde de bu vurguya sık sık rastlıyoruz. Ancak savaşlar konusunda takınılan "şizofrenik" tutumun "hürriyetler ve demokrasi" içinde geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Başkan Obama'nın Kahire konuşmasından (2009) bir kaç hafta sonra Tahran sokaklarına inen ve çalınan oylarının hesabını soran gençlerin "çalınan seslerine" sadece bir mektupla karşılık vermesi veya Bahreyn'de eylemcilerin daha fazla hürriyet beklentilerine Suudi Arabistan'ın müdahalesine tepki göstermeyerek dolaylı olarak destek vermesi veya Obama'nın uluslararası hukuku yok sayarak egemen bir devlete müdahale ederek bin Ladin'i ortadan kaldırılmasına karşın Suriyelilerin kaderlerine terk etmesi Obama Yönetimi'nin içinden geçtiği "ahlaki şizofreniyi" gösteriyor.
Dış politikada sergilenen tutarsızlıklar Guantanamo konusunda da yaşandı. Kapatılacağı ifade edilen hapishane hala faaliyette. Dört yıl sonra tutukluların sayısında görülen düşüşün dışında (2008'de 240 tutuklu vardı. Bugün 168) kapatılması noktasında somut hiç bir adım atılmadı. Tutukluların Amerika'ya transferi konusunda Cumhuriyetçilerin engeli sebebiyle karar Kongre'den geçmedi. Ne var ki, işkence ve CIA'nin dünyanın çeşitli ülkelerinde bulundurduğu gizli hapishaneler konusunda somut adımlar atıldı. İşkence merkezleri kapatıldı. Ancak Amerika dışında gerçekleşen sorgulamalara herhangi bir kısıtlama getirilmedi. İşkence yasaklandı (2009). Ne var ki, denetimin bakanlığa bırakılması denetimi kolaylaştırmayacaktır.
Sonuç olarak, Obama'nın başkanlığı çelişkili açıklamaların gölgesinde, idealist veya hümanist kararlardan ziyade realist kararların verildiği bir dönem olarak anılacaktır. Cumhuriyetçiler tarafından, 2008 seçimlerinde, sık sık dillendirilen Obama'nın savaş tecrübesizliği dört yıl sonra anlamını yitirdi. Obama'nın sergilediği "performansı" eski rakibi McCain ve diğer Cumhuriyetçiler de kabul ediyor. Obama döneminde klasik manada herhangi bir doktrin ortaya konulmadı; ancak güvenlik konusunda pasif olmakla eleştirilen Demokrat paradigma, Cumhuriyetçilerin dahi eleştiremeyeceği, kabul edilebilir bir çizgiye getirildi.
Not: Ortadoğu, İran, Asya-Pasifik ve Rusya konularına, adayların dış politika bakışlarını ele alan, analizimizin ikinci bölümünde değineceğiz.