Eğitim-öğretimde küçük adım yoktur, tohum vardır. O tohum, yeşerme imkânı bulduğu yerde yeşerir ve alanını genişletir
Eğitimin modernleştirilmesi, II. Abdülhamit’ten önce başlamıştı. Ancak modern eğitim, daha çok yabancı öğretmenlerin eliyle ve azınlık çocuklarına yönelik yürütülüyordu.
II. Abdülhamit, bu durumdan rahatsızdı. Ona göre yabancı öğretmenlerin etkisi azaltılmalı ve modern eğitim imkânından İslam çocukları da yararlanmalıydı. Bu, Osmanlı’nın eğitimli insan ihtiyacını İslam çocuklarından karşılamaya yönelik iyi niyetli bir adımdı.
Sultan, bu doğrultuda modern eğitimi İstanbul dışına taşıdı. 1872’de Tuna (Balkanlar) ve Bağdat Maarif meclisleri kuruldu. 1882’de de Diyarbakır, Elazığ, Sivas, Van Maarif meclisleri…
Ne var ki Sultanın etrafındaki eğitim bürokrasisi gizli ittihatçılardan oluşuyordu. Onların da hocaları yabancılardı. İttihatçılar, genellikle Batılılara ait özel okullarda yetişmiş ve Avrupa’da eğitim almışlardı. Modern okullar, onların programları çerçevesinde.
İttihatçıların etkisindeki modern eğitime ilk tepki Şam Müslümanlarından geldi. Şam’ın Sünni Arap eşrafı, çocuklarını Avrupalıların okullarına gönderen Hıristiyan ve Nusayrilere karşı Osmanlı’nın modern okullarına büyük ilgi gösterdi.
Ama Şam Müslümanları Osmanlı’nın modern okullarında eğitim dilinin Türkçe olmasından rahatsızdılar. Onlar, çocuklarının iyi derecede Türkçe öğrenmesini bizzat talep ediyorlardı, bu yönde bir problemleri yoktu. Ancak kendi ana dilleri Arapçanın ikinci plana itilmesini kabullenmiyorlardı.
İslam toplumlarında eğitimin dili hiçbir zaman problem olmamıştı. Müslümanlar, hangi coğrafyada bulunuyorlarsa o coğrafyanın dilini eğitim dili olarak seçiyorlar, bunun yanında her eğitimli Müslüman Arapçayı da öğreniyordu. Anadil, eğitimi kolaylaştırıyor, Arapça da Müslümanlar arası iletişimi sağlıyordu. Bu program bölünmeye yol açmıyordu, aksine bütünleşmeyi sağlıyordu. İstanbul’da eğitimin dili Türkçe, İran’da Farsça, Cizre’de Kürtçe, Cezayir’de Berberice idi.
Suriye Müslümanları, bundan farklı bir programın yürütülmesinde bir art niyet gördüler. Sultan nezdinde girişimde bulundular. Ama Sultanın etrafındaki ittihatçı bürokrasiyi aşamadılar.
İslami uygulamada haklar, bütünleştirir ve büyütür. Batı ise tek tipçiydi, hakları bölünme sebebi olarak görüyordu.
Her tür değerden yoksun seküler Batı için dil birliği, devletin birliği ile eş değerdir. Eğitim kurumları da devletin dilediği vatandaşı yetiştiren biricik yapılardır. Dil çokluğu, parçalanma demektir. Eğitim kurumlarının renkliliği düzensizlik demektir.
İttihatçılar Batılı değerler konusunda düşünmüyor, Batı’yı sadece anlamaya çalışıyor ve anladıklarını uyguluyorlardı, hatta eksik uygularız korkusuyla Batılı danışmanlar desteğiyle uyguluyorlardı.
Bugün o yaklaşım halen ayaktadır. DSP’nin Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk’e göre “Türkçeden başka dille eğitim verilemez” Türkçeden başka dille eğitim vermek isteyenlerin amacı “Çok dille düşünen, ileride ayrışmayı kolaylaştıracak nesiller yaratmaktır.”
Bu, yüzde yüz Batıl bir yaklaşımdır. Batı, bugün bile bunu tam aşmış değildir.
BATI’DA ANADİLLE EĞİTİM
Batı, eğitimi çokkültürcülük programı içinde ele alıyor. Çokkültürcülük ise Batı’da ulusal azınlıklar, göçmenler ve dinsel azınlıklar olmak üzere üç bağlamda ele alınıyor.
Ulusal azınlıklar, İspanya’daki Basklar ve Hollanda’daki Frizler gibi çoğunluğun dilinden farklı dilleri konuşan yerli Avrupalılardır.
Göçmenler, herhangi bir nedenle göç yoluyla Avrupa’ya yerleşen işçiler ve siyasi sığınmacılardır.
Dinsel azınlıklar ise hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar, çoğunluk dininden farklı bir dine mensup olanlardır. Bu tanımlamada, Alman bir Müslüman da Almanya’da dinsel azınlık içinde görülür.
Batı; bu üç sınıf için eğitimde, kültürde, dilde, dinde çeşitliliği tartışmaya devam ediyor.
Eldeki verilere bakıldığında Batı, bu konulardan en çok dilsel çeşitliliğin önüne engel koyuyor. Eğer tespitler doğruysa (Çünkü ben Batı’yı görmedim) Batı, Almanca konuşan bir Almanyalı Müslümandan çok, Almancayı öğrenmeyi reddeden Almanyalı bir Müslümandan rahatsız oluyor.
Dilsel çeşitlilik, “Avrupa’da hemen hemen hiçbir ülkede destek görmemekte ve bu durumdan en az benimsenen bir çeşitlilik biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Bu noktada Avrupa ülkeleri dilde ve dolayısıyla iletişimde homojen (tek renkli) bir yapılanmayı tercih etmektedir.”
Tarihteki İslami uygulama ve uygulamanın neticeleri bundan çok farklıdır. İslami uygulamada dilsel çeşitlilik esastır. Dilsel tek renklilik bölünmenin, dilsel çeşitlilik ise bütünlüğün nedenidir.
Nitekim daima Osmanlı’nın yanında yer alan ve neredeyse hiçbir isyana katılmayan Şam Müslümanları, dilsel çeşitliliğin terk edilmesini İslami uygulamadan ayrılma olarak gördüler. Onlarla Osmanlı arasındaki bağ İslam bağıydı. Bu bağ kopunca bütünlük bozuldu. Modern eğitim ve onunla dayatılan tek dil, Suriye’de Arap milliyetçiliğinin oluşmasında en büyük etkeni oluşturdu. Bu konudaki ısrar, Şam Müslümanlarının eşref kesiminin yolunu Osmanlı’dan ayırdı.
Batı’nın dilsel çeşitlilik ile ilgili verdiği tavizlerin kaynağı kendi tarihi değil, bütünlüğü sağlamaya yönelik İslami uygulamalardır. Bu yönde atılan adımlar parçalanmaya değil, bütünlüğü sağlamlaştırmaya götürüyor. Hükümetin danışmanları da bunun farkındadır. Bunun için bu programı benimsiyor. Ancak programa Batı ve elit sınıf nezdinde meşruiyet kazandırmak için uygulama kaynağı olarak Batı’yı gösteriyor. Programı daha ileri bir aşamaya taşımak içinse milliyetçi eğilimi ve elit sınıfı aşamıyor. Bu eğilim ve bu sınıfın II. Abdülhamit dönemi ve sonrasında Şam Müslümanları üzerinde yol açtığı netice ise ortadadır.
ANA DİLDE ÖĞRETİM-EĞİTİM FARKI
Ana dil konusunda üç aşama var:
• Ana dilini öğrenme imkânı: Devletin, resmi dil dışındaki dilleri öğrenmeye izin vermesiyle başlayan bir aşamadır. Bir ana dille ilgili devlet dergi, gazete, kitap yayımlamaya izin verir ve o dilin öğrenilmesi için kurs açmak mümkün olur.
Türkiye, bunu geride bıraktı. Bunun ileri derecesi ise devletin bizzat radyo, televizyon yayını yapması, üniversitelerde bölüm açması, ilk ve orta öğretimde seçmeli de olsa ders açmasıdır. Bu, bir ana dili doğrudan desteklemek anlamına geliyor. Hükümet bu aşamayı da geçti.
• Ana dille öğretim imkânı: Okulda konuşulan dil resmi dil olmakla birlikte, bazı derslerin ana dille verilmesine izin verilmesidir. Aslında bu da “ana dilini öğrenme imkânı” aşamasının içinde yer alır.
Batı’da bazı istisnalar dışında buna izin verilmiyor. Batı, birinci aşamanın ilk safhasında kalmayı yeterli görüyor. Ancak ciddi itirazlarla karşılaşıyor.
Türkiye’de ise mevcut kanun ve yönetmeliklerin buna kısman uygun olduğu, bu yönde bir icraatın önünde ciddi bir engel bulunmadığı düşünülüyor.
• Ana dille eğitim imkânı: Modern dönemde, İslami hak ve hürriyetlerin terk edildiği bu çağda neredeyse bütün devletlerin kuşkuyla yaklaştığı, izin vermemek için yol aradığı bir aşamadır.
Bu aşamada okullarda öğretmen ve öğrencilerin konuştuğu günlük dil resmi dil değil, ana dildir. Resmi dilin güçlü bir şekilde öğretilip öğretilmemesi bu aşamaya zarar vermez. Önemli olan öğretmen ve öğrencilerin törende, koridorda, idarede, okul içi yazışmalarında ana dili kullanabilmeleridir.
Yaygın talep ve aynı zamanda makul talep, resmi dilin güçlü bir programla öğretilmesi, böylece okulun ülkenin bütün eğitiminden kopmamasıdır. Bunun tersi, bazı duyguları tatmin etse de yalıtıma ve ülke imkânları dışında kalmaya yol açtığı için ana dille eğitim alan öğrencilerin aleyhinedir. Onların ve ait oldukları toplumun geleceğine zarar verir.
Türkiye’de mevcut anayasa ve yasalar, bu aşamaya izin vermiyor. Anayasa’nın 42. Maddesi, eğitim bir yana öğretime de el atarak “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ona dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir” diyor.
Dolayısıyla mevcut durumda “Ana Dil Eğitimi” diye Türkçe dışında bir dille eğitim imkânı veren bir kanun çıkarılamaz. Bu konuda ancak “Yabancı Dil Eğitim ve Öğretim Kanunu” esas alınabilir. Bu kanunun ise “a” bendi, Türkçe dışında bir dilin eğitimin ana dili olamayacağını vurgularken “b” bendi de ciddi bir sınırlama getiriyor. “b” bendi şu şekildedir”. İlköğretim, ortaöğretim ve yaygın eğitim kurumlarında Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılaplarını konu olarak alan Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, Türk Dili ve Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Sosyal Bilgiler, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ve Türk kültürü ile ilgili diğer dersler yabancı dille okutulamaz ve öğretilemez.”
Kanun, bu dersleri hem zorunlu kılıyor hem de bu derslerin Türkçe okutulmasını istiyor. Bu dersler çıkarıldığında geriye Matematik ve diğer sayısal derslerden başka bir şey kalmıyor.
Hükümetin Demokratikleşme Paketi’nde önerilen budur; üstelik öneri özel okullarla sınırlıdır.
ÖZEL OKULLAR ÖNEMSİZ Mİ?
Eğitimde hiçbir şey karşılıksız kalmaz. Her eğitim politikasının toplumun bugününe ve geleceğine yansıyan yönleri vardır. Bundan kaçmak, bundan kaçınabilmek anlamına gelmiyor.
Eğitim, bir tohumdur. Bu tohumun ekildiği memleket, gelecekte o tohumun bitki örtüsüyle kaplanır.
İslam dünyasında ilk açılan özel okulların öğrencileri sayılıydı, belki çarşıda pazarda hiç görülmüyorlardı, belki toplum içinde kınanıyor, yok sayılıyorlardı. Ama gün geldi o az kesim İslam dünyasının bütün idari mekanizmasını ele geçirdi. İslam dünyasının sadece resmi mekânları değil, çarşı ve sokakları da onların rengini aldı.
“Kaç kişinin özel okula kaydolma imkânı var ki?” Kesinlikle doğrudur. Ama gidebilenler de topluma yön verebilme imkânına sahip ailelerin çocuklarıdır, elit bir sınıftır.
Elit sınıfın varlığı, onaylansın onaylanmasın bir toplum gerçeğidir. Bütün toplumlarda itirazlara rağmen siyasi, askeri ve sosyal hayatı neticede onlar evirip çeviriyor.
Bir toplumda eğitim kurumlarını kim elinde tutuyorsa toplumun geleceğine onlar yön verir.
Özel okullar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın şair okullarından farksız olarak resmi programı uygulamıyor mu? Kesinlikle uyguluyor. Ama eğitim, insan ve program toplamından oluşuyor. Program çok önemli, insan unsuru ise daha önemlidir. Ad ne kadar hırçın olursa olsun birincisinin tutumundan etkileniyor. İmam Hatip Liselerinin programı çok iyi değildi. Ama değerli öğretmen ve öğrenciler, o programa rağmen güzel neticeler aldılar. Hayırlı kurumların elinde özel okulların programlarına rağmen ne büyük neticeler verdikleri ise herkesçe bilinmektedir. O okulların öğrencileri, İmam Hatip Lisesi öğrencilerinden de daha şuurlu ve daha salih amel sahibiydiler.
Yörede ana dil öğretimini tercih eden özel okulların, yöre eşrafı ve elit sınıfının tercih edeceği okullar olacağı öngörülmeyecek bir durum değildir. Geçmişte belki bu okullar boş kalırdı. Oysa dünya gerçeği değişti, bölge gerçekleri değişti. Eşref ve elit sınıf, neticeye bakıyor. Bu okulların bu neticeyi sağlayan bir imkân oluşturması kesin gibidir.
Eğitim-öğretimde küçük adım yoktur, tohum vardır. O tohum yeşerme imkânı bulduğu yerde büyür ve alanını genişletir.
Özel okullar küçümsenemez, özel okullarda ana dil öğretimine imkân veren bir açılım da küçümsenemez.