Yakın tarihin en tartışmalı konularının başında İstiklal Mahkemeleri geliyor. Kurtuluş Savaşı'ndan önce Kuva-yi Milliye muhalifleri ile savaştan kaçanları yargılayan mahkeme, Cumhuriyet'in ilanından sonra rejim muhaliflerini ve özellikle mütedeyyin kesimi hedef aldı. Dünya hukuk tarihine geçecek kararlar da bu dönemde verildi. İstiklar Mahkemeleri'nin Cumhuriyetin ilanından sonra yeniden hayata geçirilmesinin sene-i devriyesinde ilk defa konuşan mazlum yakınları iade-i itibar istiyor.
1920-27 Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllar. İstiklâl Mahkemeleri’nin cadı avına çıktığı bu dönemlerde birçok münevver insanın hayatı karardı. Anadolu’da yarası hâlâ kanayan binlerce İskilipli Atıf Hoca var.
Soyisimlerini, memleketlerini değiştirmişler. Hiç olup, hayatta hep bir adım geri durmuşlar. Şimdi tek istekleri dedelerinin mezar yerini öğrenmek ve iade-i itibar…
“Herhalde böyle bir mahkemede ben hâkim olmaktan ise, mahkum durumunda bulunmayı tercih ederim.” Bu sözler İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan gazeteci-yazar Hüseyin Cahit’e ait. İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyet tarihi ve Türk hukuk sisteminde en çok tartışılan uygulamaların başında yer aldı. Bu mahkemeler; 29 Nisan 1920’de çıkarılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’yla birlikte Cumhuriyet dönemi öncesi, savaş hukukunun olağanüstü şartlarında oluşturuldu ve 8 ilde hayata geçirildi. Bir süre ara verilen mahkemeler, 4 Mart 1925’te İsmet Paşa hükümetinin kurulmasıyla ‘İsyan Bölgesi ve Ankara İstiklal Mahkemesi’ olarak tekrar açıldı ve 1927’ye kadar faaliyet gösterdi. Dayanağı kanun, Tek Parti döneminde 4 Mayıs 1949’a kadar yürürlükte kaldı.
Bu mahkemeler, Milli Mücadele döneminde düzenli orduyu kurmak için asker kaçaklarına karşı olması gereken tavrı sergiledi. En büyük özelliğiyse avukat ve temyiz hakkının bulunmamasıydı. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içinde tutuklanır, yargılanır, cezaları verilir ve idam edilirdi. Bu sayede ulusal otorite sağlanmaya çalışılıyordu. Fakat bir süre sonra, binlerce mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline geldi. Muhalif ve devrim karşıtı isimlerin yargılanıp sindirildiği bu mahkemeler, tartışmalı hukuk kararlarıyla masum insanların ortadan kaldırıldığı bir sürecin de mimarı oldu. Özellikle 25 Kasım 1925’te Şapka Kanunu’nun kabulüyle yüzlerce insan idam edildi, binlercesine de hapis ve sürgün cezası verildi. Birçok mağduriyeti de arkasında bıraktı…
Bu mahkemelerde yargılanan ve idam edilen İskilipli Atıf Hoca’yı hemen herkes bilir. Şapka Devrimi’nin ruhudur o. Ya diğerleri... Şapka giymediği için vatan hainliğiyle suçlanan, haksız yere idam edilen birçok mazlumun ailesi ve geride bıraktıkları hiç konuşulmadı. Bugün Anadolu’nun değişik yerlerinde hikâyesine hiç dokunulmamış başka Atıf Hocalar da var aslında. Erzurum, Kahramanmaraş, Yozgat ve Rize’de bu mazlumların izini sürdük. Ulaştığımız birçok aile hâlâ korkuyor ve konuşmak istemiyor ne yazık ki. Görüştüğümüz aileleriyse gözyaşlarıyla dinledik. Mağduriyet ve travma kuşaktan kuşağa devam etmiş. Bir kısmı memleketini terk etmek ve soyismini değiştirmek zorunda kalmış. Çoğu, dedelerinin mezar yerini hâlâ bilmiyor. Bilenlerse yakın zamana kadar mezar taşını bile dikememiş. İşittiklerimiz, Necip Fazıl Kısakürek’in son devrin din mazlumlarıyla ilgili söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu gösteriyor: “Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar.”
Bu işte bir Çapanoğlu var!
Tarih kitaplarına Çapanoğlu İsyanı olarak da geçen Yozgat İsyanı, Çapanoğulları ailesini yıllarca mağdur etmiş. İsyanın içine çekilen aile, tarih kitaplarında doğru bilgilerin yazılmadığını iddia ediyor. Birinci İstiklâl Mahkemeleri’nde idam edilen Halit Çapanoğlu’yla aynı ismi taşıyan torunu, “Gelişigüzel suçlamalar bütün aileyi yakın tarihe kadar mağdur etti. Tarihi vesikalar hâlâ gizli, onlara itibar edilmesi gerekir. Keşke açılsa hepimiz gerçeği öğrensek.” diyor.
Osmanlı’nın son döneminde padişahın yanında önemli görevler alan bir ailedir Çapanoğulları. İttihat ve Terakki kadrolarıyla ters düşer bu aile. Bütün görevleri ellerinden alınır. Onlar da Yozgat’a döner. Milli Mücadele’ye destek verirler, ama bazı konularda anlaşmazlığa düşüp protesto ederler. Haklarında çıkan yakalama emriyle Çapanoğlu Halit Bey, 13 Haziran 1921’de Amasya’da yargılanır ve idam edilir. Cenazesi ailesine teslim edilmez. Torun Halit Bey, “Ailede yılların getirdiği yorgunluk var. Dedemin fatiha okuyacağımız bir mezarı yok, nerede bilmiyoruz. Büyükdedemin ve babamın mezarı belli ama dedemin yok.” diyor.
Dedemiz vatan haini değildi
Milli Mücadele döneminde 8 Eylül 1921’de kurulan Yozgat İstiklal Mahkemesi’nde, isyana karışan binlerce insan yargılandı. Resmi rakamlar 56 kişinin idam edildiğini söylese de daha fazla olduğu iddia ediliyor.
Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanındaki kahraman, Çakırsaraylı çetesine sığınan, Kuva-yi Milliyecilere karşı mücadele gösteren birisidir. Tarık Buğra’nın esinlendiği ismin, 1920’de Yozgat’ta Çapanoğulları’na destek verdiği gerekçesiyle hakkında tutuklama kararı çıkan Küçük Ağa olduğunu öğreniyoruz. Mustafa Kemal’in verdiği emirle Yozgat’ta isyana karışan ama pişman olanlardan 500 kişilik Akdağmadeni Alayı oluşturulur. Ekip, 1920’de Küçük Ağa’nın önderliğinde Ankara’ya gitmek için dualarla yola koyulur. Akşam konakladıkları yerde “Sizi Ankara’ya asmaya götürüyorlar.” diye bir söylenti yayılınca Küçük Ağa, yanına aldığı 50 kişiyle kaçar.
Yozgat’ta Küçük Ağa’nın torunları Ali Aksoy (52) ve Ali Güzel’le (60) görüştük. Dedeleri kaçtıktan sonra köyüne saklanmış. Bunun üzerine askerler, köydeki evleri de ateşe vermiş. Yakalanan Küçük Ağa, Tokat’ta asılmış, cenazesiyse bilinmeyen bir yere defnedilmiş. Ali Aksoy, “Dedemiz vatan haini değildi. Köyde evini yakıp, ailesine de zarar vermişler. Babasını, kardeşini de tutuklamışlar. Kardeşi hapishanede çok üşümüş, aşırı soğuktan sakat kalmış. Büyüklerimiz o dönemde, idam sehpaları yetmediği için insanların kalbine kama sokularak öldürüldüğünü söylerdi.” diyor.
Aynı kabirde iki âlim
Erzurum’da İstiklal Mahkemeleri’nin idam ettiği kişiler arasında iki âlim var: Hacı Osman Efendi ve Hacı Galip Efendi. Biri Kadiri biri Nakşi tarikatına mensuptu. Birbirlerini yakından tanıyan ve çok seven bu iki kader arkadaşının vefatı da birlikte olur. Öyle ki idam edildikten sonra aynı kabre konur ve yıllarca ailelerinin bilmediği bu kabirde birlikte yatarlar. Yıllar sonra defnedilme anında oradaki bir askerin torunlarına mezar yerini söylemesiyle bulunan bu iki âlim, birbirine sarılmış haldedir. İki cenaze, aile mezarlığına taşınır ve yine birlikte defnedilir. Hâlâ aynı kabirde bulunan bu iki zatın kabir taşının bir tarafında Hacı Osman Efendi, diğer tarafında Hacı Galip Efendi yazıyor.
Bir gün Galip Efendi, Osman Efendi’ye “Dünyada birlikteyiz ama ahirette nice oluruz?” diye sorunca Osman Efendi, “İnşallah ahirette de birlikteyiz.” dediğini Osman Efendi’nin torunlarından öğreniyoruz. Erzurum’da çıkan hadiselerden haberi bile yokken tutuklanıp, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanan Hacı Osman Efendi’nin asılmadan önce son isteği iki rekât namaz kılmak olmuş. İdamının ardından ailesinin çilesi de başlamış. Oğlu Nurettin Gaciroğlu, Kurşunlu Medreseleri’nde iftiraya uğrayarak hapislerde yatmış, işkencelere maruz kalıp tırnakları çekilmiş. Ailenin medrese vakıflarındaki hisselerine el konulmuş, bütün aile yoksulluğun kucağına düşmüş.
Yıllar sonra Osman Efendi’nin torunları da onun yolundan gitmiş. Kurdukları Gaciroğlu Vakfı’nda Kur’an-ı Kerim öğretiliyor, öğrencilere burs, ihtiyaç sahiplerine yiyecek ve yakacak temin ediliyor. Torunlarından Kemal Gaciroğlu, “Şapka hadisesi değil olay, tarikatla ilgili.” diyor ve ekliyor: “Ahirette bu haksızlığı yapanlarla muhakkak karşılaşacağız. Ailemizin gelirlerine el koymuşlar. Medreseler ellerinden alınmış. O dönemden sonra çocukları ve torunları bir toplulukta otururken siyasi bir konu konuşulduğunda hemen orayı terk etmiş. Çünkü yeniden bir iftiraya maruz kalmaktan, aynı olayları yaşamaktan çok korkmuşlar.”
Geriye çeyiz sandığında bir kitap kalır...
Galip Efendi ise idam edildiğinde henüz 45 yaşındaydı. Ömrünün en verimli zamanlarıydı. Şapka Kanunu’na karşı Erzurum’daki küçük ayaklanmaya Galip Efendi katılmamış, bilakis hükümet konağına doğru yürüyenleri sakinleştirmek için çaba göstermiş. Galip Efendi’nin tutuklandığı gün, kapıyı kırarak girdikleri evi tarumar eden askerler, bütün kitaplarını yakmış. Aliye Hanım, o gün sadece çeyiz sandığından eşinin yazdığı Divan defterini kurtarabilmiş. Geride kalan defterde 115 tane Osmanlıca şiir var. Bu şiirler, Atatürk Üniversitesi tarafından 1993’te kitap olarak basılmış. Galip Efendi idam edildiğinde Vefa isminde iki yaşında bir oğlu varmış ve eşi diğer çocuğuna hamileymiş. Hapishanedeyken bir oğlu daha olacağını bilmeden keramet göstermiş ve eşine haber göndermiş: “Benim iki ay sonra bir oğlum olacak. İsmi Sefa olsun.” Oğlu Sefa Acarlı 1994’te vefat etmiş. Büyük oğlu 86 yaşında, Bursa’da münzevi bir hayat yaşıyor. Eski soyisimleriyse Mütevekkilzade. İstiklal Mahkemeleri’nden sonra onlar da değiştirmiş.
Vefa Bey’in oğlu Ebubekir Acarlı (58), o acı günleri babaannesinden dinlemiş. Dedesinin, isyancıları engellemek için elinden geleni yaptığını söylüyor. Kadiri Şeyhi babası Vefa Acarlı’nın vefat edene kadar gençlere ders verdiğini ancak her derste babasının tedirgin olduğunu anlatıyor. Dedesinin asılmasının babası üzerinde büyük bir etki bıraktığını söyleyen Ebubekir Bey, “Biri içeriye aniden girse kitabını hemen masanın altına saklardı.” diyor. Onun bir de sitemi var: “Vatan için elinden geleni yapan bu âlimler, milleti için çarpışıyor ama bir sistem geliyor, başlarını alıyor. Dersim’de katledilen masumlar dile getiriliyor ama vatanın evladı bu münevver insanların ismi niye dile getirilmiyor? Bir şapka takmadığı için idama gönderilen dedelerimizin itibarının iadesini istiyoruz.”
Şapkaya itirazı yoktu ama konağının önünde idam edildi
İstiklal Mahkemeleri’nin ardında korkular bıraktığı bir diğer il Erzurum. 1925’te şehir meydanında idam edilen 22 kişiden biri de Erzurum’un mümtaz ve zengin kişilerinden Kullebi Akif Ağa’dır. Şehir merkezindeki büyük konağında şimdi torunu Rasim Kullebi (70) oturuyor. 1918’de şehre hâkim olan Ermenilere karşı mahalledeki silah kullanacak kişilerin toplantı adresi de bu konaktır. Talihe bakın ki Akif Ağa, bu konağın önündeki meydanda idam edilir. Sonrasındaysa evleri adeta yağmalanır. İdamı İstanbul’da gazetelerden öğrenen oğlu Gani Kullebi, felç geçirir ve aylarca memleketine dönemez. Yardımlarla hayata tutunur.
Şapka Kanunu’nu protesto eden halkın arasında değildir Akif Ağa. Ertesi sabah evinin önündeki çeşmede abdest alırken jandarma gelip hakkında tutuklama emri olduğunu söyler. Askerlere, “İzin verin çizmelerimi giyeyim.” deyip evde bulunan iki eşine “Bu işin sonu kötü. Bir daha gelemem.” diye veda eder. Dönemine göre gayet modern giyinen bu adamın, şapkayla hiçbir alıp veremediği yoktur. Fakat biri ihbar ettiği için yargılanır ve aynı gün darağacına gönderilir. Aile ise konağın penceresinden Akif Ağa’nın idam edilişini izler.
Kullebi Akif Ağa’nın iki eşi ve dört çocuğu ortada kalır. Faytonu, kıymetli eşyaları yağmalanır, müzayedede satılır. Yıllar sonra dedesinin evinde oturan ve mesleğini devam ettiren Rasim Kullebi, dedesiyle ilgili şunları söylüyor: “Erzurum’un ileri gelen eşrafından biriydi. Şeyh Sait isyanıyla uzaktan yakından alâkası yoktu. Ayrıca hükümete karşı gelmişliği de hiç olmamış. O dönemde kimsenin böyle ihtişamlı bir konağı da yok, faytonu da... Dönemin valisi Zühtü’de de çekememezlik var. Asacak adam olarak hedef göstermiş dedemi. Zaten o kimi gösterdiyse onlar idam edilmiş. Şapka takmamış olabilir, ama döneminde gayet medeni yaşayan bir insan. El işlemeleriyle evinin dekorasyonunu yaptırmış. İstiklal Mahkemesi’nde haksız yere idam edildi. Ben dedemin iade-i itibarını istiyorum.”
Aynı aile beş soyisimi taşıyor
İstiklal Mahkemeleri’nin açtığı yaraların izini taşıyan bir başka yer, Rize’nin Güneysu ilçesi. 1925 Aralık’ta Şapka İnkılabı’na karşı Güneysu’da protestolar yapılır. 80-100 kişinin yürüyüşünde kırma dökme olmaz. Fakat “Rize’de isyan var” gerekçesiyle seyyar İstiklal Mahkemesi buraya gelir. 10 Aralık 1925’te başlayan yargılama dört gün devam eder. 143 kişinin yargılandığı mahkemede 8 idam kararı çıkar, 55 kişi de Sinop ve Adana’daki cezaevlerine gönderilir. Cenazeler deniz kenarına kuma defnedilir ve başına da bekçi dikilir. 3-4 ay sonra bir Ramazan günü iftar vaktinde sessizce aileler cenazelerini alır, köye defneder.
Aradan geçen 88 yıl idam edilenlerin ailesindeki yarayı kapatmaya yetmemiş. Ailelerden bazıları korkudan soyisimlerini değiştirmiş, farklı illere göç etmiş. Dedelerinin mezarını 2000’li yıllara kadar yaptırmaktan çekinen ailelerin devletle ilişkisi de 1990’lı yıllarda başlamış. Sicillerine işlenen mahkeme kayıtları, resmi ortamlarda hep karşılarına çıkmış. İdam edilenlerden köy bekçisi Kadir Koliva’nın torunlarında farklı beş soyismi var: Akan, Yıldız, Koray, Demirci, Kohar... Fakat resmi olmayan yerlerde Koliva soyismini söylüyorlar.
Kadir Kalın, Güneysu’da asılanların yedi büyük ailenin önde gelenleri olduğunu söylüyor. Dedesinin Balkan Savaşı’ndan Güneysu’ya geri dönen tek insan olduğunu belirtiyor. “Bu insanlar ülke ve din elden gitmesin diye kendi imkânlarıyla Kurtuluş Savaşı’nda mücadele ettiler. Fakat gelmişler, uğruna savaştığı değerlei ellerinden almak istemişler. Şapka giymediği için arananlar aylarca eşkıya gibi dağlarda saklanmış. Doğal olarak dedelerimiz de tepki göstermiş.” diyor. Birkaç avukatla Koliva soyismini almak için görüşmüş Kadir Bey. Fakat davayı almak istememişler. “Benim oğlum hukuk okumak istiyor. İlk işi soyismimizi geri almak olacak.” diyor. Ailenin Demokrat Parti sonrası devletle ilişkilerinin arttığını ifade ediyor ve 1990’lı yıllara kadar devlet dairelerinde çalışmadıklarını dile getiriyor. Amcalarından birisinin ise “Babamı şapka yüzünden astınız. O madde hâlâ duruyor ama niye uygulanmıyor.” diye parlementoyu dava etmek istediğini söylüyor.
İdam edilenlerden köy muhtarı Yakup Peçe’nin torunu Yakup Atasoy ise 1984’te vefat eden babasının ölene kadar dedesi için ağladığını ifade ediyor. Atasoy, “Babaannem günlerce hapishaneye yemek taşımış. Bir duymuş ki dedem 8 kişiyle birlikte idam edilmiş. Babam korkudan soyismimizi değiştirmiş. Keşke değiştirmeseymiş. Dedemin hatırası diye yıllarca kimse muhtar adayı olmadı. Dedemin ardından babam 20 yıl muhtarlık yaptı.” diyor. Dedesinin yargılanmadan önceki gece gördüğü rüyayı ise şöyle aktarıyor: “Rüyasında üstü kapalı bir su arkından su içerken başına göçtüğünü görmüş. Ertesi gün Rize’ye yürüyüş başlayınca rüyası aklına gelmiş, ‘Bu bir isyan sayılacak, başımız derde girecek.’ demiş. Sadece 3 hâkim gelmiş. Bunlar kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu nasıl anlar? Babam listelerin önceden hazırlandığını söylerdi.” Sözlerini şöyle bitiriyor Atasoy: “Milletini, bayrağını, dinini korumak için savaşan bu insanlar ne cam kırmış ne birini öldürmüş. Şapka giymedi diye idam edilmiş.”
Darağacı üç kez kırılır
Kahramanmaraş’ta 1925’te 8 kişi dense de 36–39 kişinin asıldığı öne sürülüyor. İdam edilenlerden Maşallah Ali Efendi’nin hikâyesi ve ardında bıraktığı dram göz yaşartıyor. Maraş’taki isyanda halkı kuşatan asker, camiye sığınanları tutuklar ve 63 kişi tutuklanır. Aralarında dilinden eksik etmediği ‘Maşallah’ kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi de vardır. Son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Şahadet getirdikten sonra, “Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!” der. Asıldığı darağacı 3 kez kırılır, her defasında tekrar kurulur. Kabrinin yeri ailesine söylenmez.
Maşallah Efendi asıldığında 4 yaşında olan oğlu Ahmet Gemci’nin eşi Pakize Hanım’ı (86) hasta yatağında ziyaret ettik. Vefat eden eşinin sürekli babası için ağladığını ve ölene kadar şapka takmadığını söylüyor. Kayınvalidesi, idamdan sonra yataklara düşmüş. Aile çok yoksulluk çekmiş.
Pakize Hanım, eşinin yaşadığı travmayı şöyle anlatıyor: “Adnan Menderes’e hayrandı. Asılması yarasını deşti. Günlerce ağladı, kendine gelemedi. Menderes’in asıldığını duyunca yemeğimiz öylece kaldı, günlerce yiyemedik. Dışarılarda gezdi durdu. Çünkü babası da asılmıştı.”
Talebeleri her gün hatim indirdi
Rize’de idam edilenlerden Hafız Şaban Güneli köyünün imamıdır. Asıldığında daha 25 yaşındadır. Caminin bir odasında Kur’an-ı Kerim eğitimi veren imamın talebelerine, “Kur’an’ı öyle okuyacak, öyle ezberleyeceksiniz ki hiçbir harekesinde hata olmayacak. Yeryüzünden silseler siz yeniden yazabileceksiniz.” dediğini torunlarından öğreniyoruz. Talebeleriyse hocaları öldükten sonra ‘Hocamızın vasiyetidir’ diye ölene kadar Kur’an’ı her gün hatmetmiş. Hatta köyde hatimlerini bitirebilmek için kimi zaman verilen selamı, ayeti bitirdikten sonra alıyorlarmış. Şimdi aynı camide torunu Faik Kalın imamlık yapıyor. O da dedesi gibi hafız. İdam edilenlerden 4 kişinin kabri de bu caminin avlusunda. Her yıl asıldıkları 14 Aralık 13.30’da torunları tarafından mevlit okutuluyor. “Elbiseleriyle gömüldüler. Oğlu da gözünün önünde asıldı. Mesele şapka meselesi değildi ki... Gelecek nesiller adına inanç meselesiydi. Bunun için korktular ve şapka giymek istemediler. Başlarındaki sarık, imanî değerlerini temsil ediyordu. Bunu muhafaza etmek istediler. Dedem hafızdı, biz de çocuklarımızı hafız olarak yetiştiriyoruz.” diyor Faik Bey. Hafız Şaban’ın bir diğer torunu Mehmet Demirci ise şöyle konuşuyor: “Dedelerimizin sicilinde ‘isyancı’ ifadesi yer aldığı için askeri lise ya da savcılıkta yer alamadık. Hep tedirginlik yaşadık. Bu millete kurtuluş savaşlarında hizmet eden dedelerimiz, isyancı ilan edilmiş. Gazi olan, cepheye gidip gelmeyen kardeşleri var. Fakat bu insanları idam etmişler.”
(Zaman / Ayşe Altunköprü)