Nasim Ahmed
İsrail’in “Arapları kendi anayurtlarından kaçırtma” çabalarına ve ilk Başbakanı Ben Gurion’un “yaşlıların öleceği ve gençlerin hatırlamayacağı” şeklindeki boş hayalinin aksine Filistin halkının yarıdan fazlası yalnızca kendi tarihi anayurtlarında yaşamakla kalmadı aynı zamanda davalarını da oldukça canlı tutmayı başardılar. İsrail 1948 yılında kurulduğu zaman 750.000’den fazla kişinin evlerinden sürülmesi gibi olumsuzluklara rağmen bu başarılabildi. Ülkede kalmayı başaranlar İsrail vatandaşı olarak kalırken diğerleri çoğunlukla işgal edilmiş Batı Şeria’da, Gazze Şeridinde ve daha uzaklarda mülteci olarak yaşamlarını sürdürdüler.
Filistinliler daima İsraillilerin yarım yamalak barış teklifleri veya tamamen teslim olma anlamına gelen ve askeri saldırganlık içeren mülteci konusunu gündemden çıkarma teşebbüslerini alt etmiş görünüyorlar. İyimser olmamak için nadiren iyi nedenler bulma başarısızlığı gösteriyorlar ve mücadelelerine devam ediyorlar. Bu durum İsrail’in periyodik olarak yaptığı Gazze’de “çimleri biçme” operasyonuyla bugün daha önce hiç olmadığı kadar alakalıdır.
Böylelikle İsrail abluka altındaki bölgeye bomba ve mermi yağdırırken Filistin’in yerleşimci- sömürgecilerce ele geçirilmesinin zulümde zirve noktasına ulaştığı anlamı da ortaya çıkmaktadır. Tutumlar değişmektedir; Siyonist devletin, keyifle biriktirmiş olsa da, mühimmatının çok zaman geçmeden tükeneceği görülmektedir. Hiçbir ülkenin hukukun üstünde olmadığını göstererek mevcut uluslararası sistemin meşruiyetinin korunmasını sağlayacak Uluslararası Suç Mahkemesinin savaş suçları araştırması hızla yaklaşmaktadır.
Bir dizi etken bize İsrail’in son sayfasının kısa olacağını, vahşet hikâyesinin tersine döneceğini göstermektedir, en azından İsrail’in-kendilerince “Arap İsrailliler” olarak adlandırılan Filistinli vatandaşlarının daha önce hiç yapmadıkları bir şey yapmakta oldukları görülmektedir. Yafa, Hayfa, Ümmel Fahm, Nasıra, Lod, Remle, Akka, Tiberya, Beerşeba ve işgal altındaki diğer bölgelerde Kudüs ve Gazze’dekilerle dayanışma içinde ayaklanmaktadırlar.
Siyonist devletteki aşırı sağcı İsrailli linç çeteleriyle karşı karşıya gelmek şeklinde başlayan Filistinli direnişi “70 yıllık bir baskıdan sonra bir tür yeniden doğuş olarak” nitelendiren Lod kentinden bir rapçi olan Tamer Nafer’e göre “bu ülkede eşitlik bir formalitedir; bu bir Yahudi ülkesi ve milli marşı da iki milyon (Müslüman) ve Hristiyan’ı inkâr ediyor.”
Nafer’in İsrail içinde ve işgal edilmiş bölgelerde olanlar için yaptığı nitelendirme Ürdün ve Lübnan gibi büyükbabaları paramiliter Siyonist çetelerce İsrail’in kuruluşunda yurtlarından sürülmüş milyonlarca Filistinliye ev sahipliği yapan ülkelerde de yeni bir uyanışı tetikledi. Lübnan’da sürgünde bulunan Filistinli kitleler sınırlardaki tel örgülerin önünde öfkeyle İsrail’in kuzeyine girerken binlerce Ürdünlü de tarihi Filistin’in doğu cephelerinde aynı eylemlere teşebbüs ettiler.
İsrail içinde gördüğümüz görüntüler çoklarını şoke ederek telaşa düşürdü. İsrailli linç çetelerinin arabasından çıkardıkları bir Filistinliyi öldüresiye darp etmeleri nedeniyle hafta boyunca “pogrom” ve “apartheid” sözcükleri sosyal medyada gündem konusu oldu. Filistinlilerin mahallelerinde bulunan dükkânları vandalize eden çeteler evlere girerek içeride bulunanlara dehşet yaşattılar. Toplumlararası şiddette Siyonistlerin “Arap” komşularıyla barış içinde yaşama iddialarına meydan okuyacak şekilde sinagoglar da ateşe verildi. “Arap İsrailliler” kavramının inatla kullanılması ve Filistin kültürü ve kimliğinin inkâr edilmesi Siyonistlerin Filistin’in “halksız bir ülke” olduğu ve “Filistinlilerin” mevcut olmadığı şeklindeki mitlerinin bir uzantısıdır.
İsrail’in, çok daha geniş bir siyasi bağlamda ve algıda da göz önünde bulundurması gereken bir husus var. Tarihsel haksızlıkların farklı biçimlerde ortaya çıktığı söylenir. Tıpkı Siyah Yaşamlar Önemlidir hareketinin geçmişte işlenen suçların telafi edilmesi çağrısını canlandırdığı ABD’de olduğu gibi İsrail de geçmişiyle uzlaşmaya zorlanmaktadır. İşgal devleti 1967’den beri 1948’de işlenen suçların unutulmuş olduğu taklidi yaptı. Etnik temizliğin ve Filistinlilerin mülklerine el konuluşunun hiç gerçekleşmediğini, hatta daha kötüsü bunun sorun bile oluşturmadığını varsaydı. On yıllarca üçüncü sınıf vatandaş olarak yaşayan ve Nakba’dan sonra hayatta kalan yeni Filistinli kuşakların işgal edilmiş Batı Şeria ve Kudüs’tekilere katılmaya ve meşru geri dönüş hakları inkâr edilen beş milyon Filistinlinin de on yıllarca kendilerini sömüren apartheid rejimini devirmeye daha hazır oldukları görülmektedir.
İsrail içinde yükselen mezhepçi tutkularla birlikte “Hamas roketlerinden” daha çok değişmekte olan küresel kamuoyu Siyonist devlete en büyük meydan okuyuşu temsil etmektedir. İsrail’in propagandası bir zamanlar kendi ırkçı-yerleşimci-sömürgeci ideolojisini başka yönlere çekmiş olabilir ama artık işler öyle değil. Askeri işgalini ve temel insan haklarını inkâr edişi şu an Amerika’nın Orta Doğu’da demokrasiyi destekleme iddiasından bile daha az inanılır bir iddiadır. Eskimiş “öz savunma” ve “terörizmle savaş” anlatıları artık miadını doldurmuştur ve halk İsrail’in vahşi askeri işgalinin ne olduğunu artık daha iyi bilmektedir.
Zerre kadar mantık sahibi kimse İsrail’in “güvenlik” kaygısının artık vahşi işgale ağır bastığını söyleyemez. İsrail’e bir nebze de olsa çıkarlarını korumak için hak verecek insanların sayısı azalmaktadır. Varoluşsal tehditle ilgili korkular evrensel değerlere karşı koymaktadır. Sıradan insanların yapısal ırkçılığın toplumlarda ne tür işlev gördüğünü-ve bunu sevmediklerini-keşfettikleri mevcut küresel iklimde insanlar artık savaş suçu ve insanlığa karşı suç gibi olgulara daha fazla aşina olmaktadır. İsrail’in dönüşmüş olduğu devletin doğasıyla ilgili herhangi bir şüphe kalmamış ve buharlaşıp yitmiştir.
Nakba ile aynı zamana denk gelen Gazze’deki saldırıyla birlikte İsrail’in kendini savunmayla ilgili eskimiş argümanı artık itibar görmüyor. İnsanlar propagandanın ötesine bakıyor ve neden Filistinlilerin temel haklarının verilmediği ve bu hakların istisnasız biçimde İsraillilerin taleplerine baskın çıkmadığı gibi daha derin ve temel sorular soruyorlar. İsrail’in devlet olarak kurulurken mülklerine el koyduğu insanlara geri dönüş hakkını vermesinin “yok edileceği” şeklinde algılanması ne anlama gelmektedir? Bir devlet yerli halka eşitlik ve temel insan hakları sunduğunda “yok oluyorsa” o devletin doğası hakkında soru sorma hakkımız yok mu? Bir devletin varlığı evrensel insan haklarıyla çelişebilir mi?
Bu tür gözlemler haftasonu New York Times gazetesinde yazan Peter Beinart gibi yazarların kışkırtmasıyla gündeme getirildi. Filistinli mültecilerin geri dönüşü hakkında Yahudi davasını savunan-kendi tabiriyle Siyonist olan-Amerikalı yorumcu “1948 yılında Filistinliler kitlesel olarak ülke dışına sürülmeselerdi Siyonist liderlerin ne o toprağa sahip olacaklarını ne de bir Yahudi devleti kurmak için gerekli Yahudi nüfusu ülkeye getiremeyeceklerini” not ediyor. Makale, Jewish Current’da yayımlanan daha uzun bir yazının özeti şeklinde yazılmış ve Filistinlilerin eşit vatandaşlar olduğu ama “demografik bir tehdit” oluşturmadıkları farklı bir ülke hayalini ifade ediyor.
İsrail’in Gazze bombardımanı, kutsal Ramazan ayında El Aksa Mescidine yönelik saldırısı ve Kudüs yakınlarındaki Şeyh Cerrah bölgesindeki Filistinlileri zorla evlerinden çıkarması İsrail’in derinden ırkçı bir devlet olduğunu daha belirgin biçimde göstermektedir. Bunun apartheid (tecritçi) bir devlet oluşunu resmen ortaya koyduğu tartışmasızdır. Bu husus geçen ay diğer gruplarla bir araya gelen ve İsrail’in apartheid benzeri suçlar işlediğini ilan eden İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından da tasdik edildi. Ocak ayında İsrailli insan hakları örgütü B’Tselem İsrail’in “Akdeniz ve Ürdün Nehri arasında Yahudi üstünlüğünü teşvik ettiğini ve sürdürdüğünü” not etti. BM’nin 2017 yılında İsrail’in apartheid rejimi uyguladığı şeklindeki kararını dillendiren B’Tselem örgütü İsrail’in Yeşil (1949 Ateşkesi) Hat içinde yer alan bir demokrasi olduğu yanlış algısını gözden kaçırıyordu.
Bu nedenle İsrail’in insanlığa karşı işlediği suçların sosyal medyanın odağında oluşu ve anaakım haber bültenlerinde görmek pek sürpriz sayılmamalıdır. ABD Kongresinin ilerici mensupları haftasonunda Twitter’da “Apartheid devletler demokrasiler değildir” etiketinin hakkında en çok konuşulan konu olmasına destek verenlerdi. Komedyen John Oliver İsrail’in iç işlerinde uyguladığı politikanın “apartheid” olduğunu dile getirirken yaptığı son saldırıların savaş suçu olduğunu söylemiş oluyordu.
Sert bir İsrail eleştirmeni olarak bilinmeyen Guardian köşe yazarı Jonathan Freedland İsrail devletini tam anlamıyla apartheid suçu işlemesi nedeniyle kınadı. Bir baloncuk içinde yaşamakla nitelendirdiği İsraillilerin biri Yahudiler diğeri de Filistinliler için uygulanan iki ayrı hukuk sistemiyle yönetilen Batı Şeria’yı unutmalarının ne de kolay olduğunu gözlemliyordu. Freedland, bu baloncukta “14 yıldır İsraillilerin ve Mısır’ın ortak ablukasıyla boğulmakta olan Gazze’yi veya Yahudilerin 1948’den önce burada mülkiyetleri olduğunu ileri sürdükleri ancak Filistinlilerin aynı haktan mahrum oldukları Doğu Kudüs’teki Şeyh Cerrah’ı unutmanın kolay olduğunu” yazıyordu.
ABD Kongresi mensubu Rashida Tlaib son zamanlarda Filistinlilerin tarihi bir “başlangıç anının” ortasında bulunduklarını not edecekti. İsrail’in bölmek için çokça uğraştığı bir halkı Nakba hatıraları birleştirdi. Dünya yapılanlara seyirci kalırken “nehirden denize kadar” bir apartheid rejimi olan ülkenin Yahudi ve Yahudi olmayanların eşit yurttaşlar olduğu gerçek bir demokratik ülke olacağını ümit ediyoruz.
Bu makale Süleyman Kaylı tarafından İnzar için tercüme edilmiştir.