163 milyon Müslümanın yaşadığı Bangladeş denilen devletin burnunun dibinde, güneydoğu asya ülkeleri içinde en iyi ekonomiye sahip Malezya'nın azıcık bu tarafında, 261 milyonluk Endonezya'ya da, 193 milyonluk Pakistan'a da bir ok atımlık mesafede, akıl almaz bir soykırım, katliam, vahşet ve tehcir yaşanıyor.
Yapan kim? İriliğinden mütevellid, dünya halklarının ekserisinin kendisine doğrudan karşı koymaya yeltenemediği büyük şeytan ABD mi? Hayır.
Myanmar diye kıytırık bir dikta rejimi ve onların Budist köpekleri..
Peki yakın veya uzakta bu zulmü kınayan, lanetleyen, dua ve beddua ile avunan milyar milyar yığınların Myanmar'a öfkesinin bu kadar cılız olmasının gerekçesi ne?
Dağılmışlık, parçalanmışlık, başsız, ilimsiz, parasız, şevksiz ve duyarsız bırakılmışlık.
Kendi değerlerinin, tarihinin, yeraltı ve yer üstü kıymetlerinin farkında olmayışlık.
Düşünceden, sanattan ve birbirinden kopukluk.
Nefsinin heva ve heveslerine, tutkularına, dünyanın zevk ve lezzetlerine, çıkarlarına, rahatına, kısaca kendine düşkünlük..
Elhasıl, gerekçe, sebep, analiz her ne ise bunlar, el'an ilgilenmediğimiz bir operanın nakaratları gibi..
Ama Beytullah, şu anda çevresinde hale hale yayılan halkalarla misafirlerini ağırlıyor. Mümin kardeşinin ayağına diken batsa acısını içinde hisseden, onun dertlerine derman, hastalıklarına şifa, ihtiyacına muin, gönlüne muhib, varına yoğuna sahip olmak için etrafında pervane gibi dönmesi gereken ayaklarla..
Bakmayın böyle yazıp çizdiğimize, öyle mahzun, öyle lâl, öyle avare kalmışız ki, şu ahir zaman sahrasında, büryan sineler, yine, şirkin kesafetli karanlığında Kabe'nin önünde Ebu Cehillerin yüzüne ‘eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden resulullah' diye kükreyen bir Ebuzer bekliyor, aynı Allah'ın evinin önünde ‘Errahman', ‘Allemel Kuran', ‘Haleka-l insan' diye çağlayan bir İbn-i Mesud bekliyor..
Ya da ne bileyim kardeşim, Ali Asgarın kanı olmasın ama, bari sımsıcak gözyaşı olsun doldurun avucunuza ve savurun gökyüzüne diyesi geliyor insanın..
Korku ile ümit arasında, tepeden tırnağa med cezir yaparken ‘insanların en acizi, dua etmekten aciz olandır'(Beyhaki, Şa'bul İman,8238) nebevi fermanına tutunup göğün kapılarına yüklenesi geliyor: “Allah'ım, şu ümmetin suskunluğunu sana şikayet ettikten sonra kurban kıldığı canının şehadetiyle huzuruna gelen Şeyh Ahmed Yasin'lerin sayısını bilmiyoruz..
Şu Hacer-ül Esved'in siyahlığındaki kendi cürmümüzün payını bilmediğimiz gibi.
Amel defterimizin içinde, Arakan'lı haritalar, savrulmuş cesed fotoğrafları ile karşılaştığımız zaman, çok pişmanız bizi geri gönder ki diye başlayan cümlelerimiz ne ise, yağdır onları şimdi..”
Ve hemen ardından Safa ile Merve.. İsmail kurtulsun diye defalarca koşulan iki tepe.. Everest ve Ağrı gibi.
Aylan bebeği kurtaramadık ama ha gayret bir İsmail daha boğulmasın derken o da ne suyun üzerinde bir bebek daha, öyle isimsiz, öyle vuruyor ki yüzümüze.
Ya veylena!, asıl mesele şu Hacer'in teslimiyetindeki sır ne ise, önce onu bulmakmış, yoksa iki denizin birleştiği yerdeki Hızır'a kavuşmadan, daha nice İsmailler vuracak kıyılara..
Ve yeniden bir Bismillah deyip Arafattan alınan irfanla, Meş'ar'dan alınan şuurla, baştaki gerekçelerin hepsinin ilim, cehd/amel ve ihlastan dokunan keselere doldurulup cemre cemre şeytanlara yağdırılmaya başladığı bir sabah vakti kurtuluş, zafer ve fetih yakındır..
Rüya değil, vaad..
"Kuşkusuz biz sana Kevser'i verdik. Şimdi sen Rabbine kulluk et ve kurban kes. Asıl sonu kesik olan, şüphesiz sana hınç besleyendir.''(Kevser 1-3)
“Sabah yakın değil mi?”(Hud 81)