İslam tarihinin ilk dönemlerinden günümüze kadar değişik fırka ve mezhepler ortaya çıkmıştır. Dini nasların farklı anlaşılması ve tefsiri sonucu oluşan mezhepler, Müslümanların hayatında yeni karşılaşılan olguları dinin ana temel kuralları doğrultusunda hükme bağlamak ve İslam’ın her alanda hayata intibakını düzenleyerek, dinin hayatiyetini devam ettirmek gibi önemli bir görev ifa etmişlerdir. İyi niyetlerle yapılmış içtihatların sistematik usullerle bir yapıya ulaştırıldığı mezhep yapısının bu olumlu vechesine işaretle “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” buyrulmuştur.
Ümmetin sorunlarını çözmeye hayatlarını adamış ve bu uğurda büyük sıkıntılar çekmiş büyük müçtehitlerden hiç biri diğer içtihatlara karşı tavır almamışlar, “bir tek benim içtihadım doğrudur” gibi bir yanlışa asla düşmemişlerdir. İlmi olgunluğun zirvesinde olan aziz müçtehitlerimiz ulaştıkları içtihatlarına aykırı bir delil veya sahih rivayet ortaya çıktığında, hemen o konudaki görüş ve içtihatlarını terk ederek sahihliği tespit edilen hadis’e uymuşlardır.
Farklı mezhep müntesipleri arasındaki ilişkilerde içimizi burkan bazı olumsuz tarihi olayların yegâne sebebi, İslam’ın doğru anlaşılmasının önünde perde olan “cehalet” ve tek bir görüşe kapanmayı gerektiren “kör taassup” tur. Bizden önceki ümmetler bu fahiş hataya çokça düşmüşler, ama İslam ümmeti de kendisini bundan maalesef kurtaramamıştır. Taassubun Müslümanlar arasında nefret ve husumete, ardından da çatışmalara ve kan dökülmesine sebebiyet vermesi ise en kötü olanıdır. Her ne kadar kanlı mezhep çatışmaları tarihimizde yok denecek kadar az ise de, böylesi durumlar İslam düşmanı odaklar için bulunmaz fırsatlar ortaya çıkarmış, ekmeklerine yağ sürmüştür.
Geçen haftaki yazımızda selefiyye akımının İslami uhuvvet ve ittihat noktasında düştüğü bazı yanlışlarına değinmiştik. Her ne kadar selefi akım kendi arasında farklılıklar arz eden guruplara ayrılsa da, kendilerine bu adı veren kimi guruplar gerçekten kaş yapayım derken göz çıkarıyorlar. Özellikle Arap baharı sürecinden sonra oluşan serbest ortamda görüşlerini açıkça ifade edip serbest hareket imkânı bulan bu insanlar kitleleri ürkütmek ve nefret ettirmek yarışına girmiş gibi hareket ediyorlar. Bazen bu guruplardan kimselerin, kendilerinden olmayan şahıslar hakkında sarf ettikleri sözler o kadar ağır ki, insan bunu ifade edenlerin ya aklından ya da samimiyetinden şüphe edecek oluyor. Ümmetin çağımızdaki iftiharı olan büyük âlim ve şahsiyetlerin bazısına karşı saygısızlık ve hatta onları “tekfir” etmek derecesine varan cüretleri gerçekten üzücü ve bir o kadar da tehlikelidir. Taassup her mezhep ve cemaatte ferdi olarak rastlanan bir şey olarak kalsa zararı yok denilebilir; böylesi ferdi olaylar ya hoş görülebilir veya zararı sınırlı kalır. Ama bu hastalık bütün bir harekete sirayet ettiyse gerçekten bununla baş etmek oldukça zordur. İslam tarihi bu türden hastalıkların neden olduğu acılara yabancı değildir.
Selefiyye-i Cihadiyye diye bilinen gurupların yaptığı eylemler gerçekten İslam’ın cihad ilkesiyle ne kadar bağdaşmaktadır? İlginç ve bir o kadar da sevimsiz kılık kıyafetleriyle beraber dillerinden dökülen sert ve merhametsiz sözler “İslamofobia”denilen marazın doğması için yeter de artar bile. Yakaladıkları esiri, keçi boğazlar gibi boğazlayıp bir de marifetmiş gibi internet ortamında yayınlamanın kime ve nerelere fayda sağlayacağı bellidir.
İşgalci emperyalistlere karşı sürdürülen direniş elbette cihattır ve bunu desteklemek de her Müslümana bir vecibedir. Fakat farklı mezheplerden olan Müslümanları camide, namaz üzerinde katletmenin neresi cihat olabilir? Düşmanca eylem ve niyetler taşımayan kâfirlere bile adalet ve iyilikle muamele yapmayı emreden bir dinin müntesipleri, mezhep ve fırka gayretiyle birbirlerini boğazladıklarında; sadece kendi inandırıcılık ve itibarlarını değil, inandıkları dinin de saygınlık ve itibarına zarar vermiş olmazlar mı?
Selefiyye-i mutedile diye adlandırılan gurupların en duyarlı olduğu konulardan biri de “emri bil maruf nehyi anil münker”(iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak)dir. Bu önemli dini görev bütün diğer Müslüman mezhep ve fırkalar yanında da gerekliliğine inanılan temel konulardan biridir. İslam âlimleri toplumu tehlikelere karşı uyarma ve iyiliğe yöneltme konusunda nelerin nasıl yapılması gerektiğini uzun uzadıya anlatmışlardır. Biz burada konunun detaylarına girmeden konuyla ilgilenen her kesimden kardeşlerimiz için bazı önemli bazı noktalara işaret etmek istiyoruz.
1-Toplumu genel anlamda tehdit eden büyük münkerleri ilk hedef olarak seçmek; kitlelerin sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel hayatını tehdit eden yolsuzluk ve her türden bozulmanın kaynağını kurutmaya yoğunlaşmak esas alınmalıdır. Yani bataklığın kaynağını kurutma ön planda tutulmalıdır. Oysa selefi guruplar başta olmak üzere İslami irşat ve davet faaliyetleri yürütenlerin daha çok kişisel günah ve hataların izalesi için çaba gösterdiklerini görüyoruz. Haksızlık ve yolsuzluklarla mücadele alanı ise ya boş bırakılmış veya da başkalarına terk edilmiştir.
2- Devlet ve kurumlar eliyle vatandaşa dayatılan münkerlerden men sürecinden önce vatandaşa alternatif maruf çözümler sunmak. Unutmayalım ki, hem Kur’an-ı Kerim, hem de hadisi şeriflerde “maruf” un emri “münker”in nehyinden önce zikredilmiştir.
3- Tedriciliğe riayet etmek. İslami hükümlerin Yüce Peygamber(sav) ve sahabesi gibi seçkin bir nesle bile yirmi üç yıl gibi bir zamana serpiştirilerek inmiş olması, İslami bir toplum ve ortam oluşması için uğraş verenlerin asla göz ardı etmemeleri, unutmamaları gereken bir noktadır.
4- Ehl-i Kıble’den olan kimseyi tekfir etmemek. Zira tekfirci yaklaşım İslam’ın bu konudaki sarih ve net esaslarına belirgin bir muhalefettir. Selefi akımın tekfire meyyal tavrına bedel İhvan okulunun bilinen meşhur “nahnu duat la qudat”(davetçiyiz, yargıç değiliz)ilkesi İslam’ın ruhuna daha uygundur. Müslüman’ım diyen kimseyi başka bir ifadeyle anmak, veya hakimlerin suçlu hakkında hüküm vermesi gibi onların imanları konusunda hüküm vermekle memur değiliz.
Doğruhaber Gazetesi