17 Aralık 2010'da Tunus'ta Muhammed Buazizi'yle başlayan bahar; sırasıyla Libya, Mısır, Suriye, Bahreyn ve Yemen ellerine geldi. Geldiği her yerde de Haçlının son yüzyılda dayattığı rejim ve seçkinlerini devirdi. Sair yerlerde de “geliyorum” muştusunun ayak seslerini dayattı.
Müslüman-Yerli yapılanmaların amatörlüklerine rağmen zaferlere yürüyen diriliş ve direniş hareketleri, fazla bir zaman kazanamadan, yerli işbirlikçilerin hamisi olan küresel profesyonel üst akılla kapıştılar.
Bu, orantılı ve sıradan bir tepki değildi. İhanetler, ağır cezalar, yargısız infazlar getiren orantısız bir tepkiydi. Böylece, İslam Baharı da diyebileceğimiz bahar, güzelliklerini sunma imkânı bulamadı.
Bahar erken gelmişti ama yediği dolu ve dondurucu soğuklar daha erken gelmiş ve tüm güzellikleri harab etmişti. Anlaşılan, Yerliler; Osmanlı sonrasında, “Giden Şanlı Akıncıyı yurduna döndürmek” için gerekli olan “tevhit” yerine “tefrikaya” düşmüş; son yüzyılı gereğince değerlendirememişti.
Tunus'ta; Zeynel Abidin bin Ali, ülkenin hazinesini yanına alarak kaçmıştı.
Mısır'da, Firavun varisi olan Hüsnü, Tahrir Meydanına teslim-i silah etmiş, aile efradıyla zindana atılmıştı.
Suriye'nin vampir canisi Esed, kaçacak yer ararken küreseller yetişmiş, işi kardeş kavgasına çevirerek karşı cepheleri eritmiş, ifsat etmişti.
Bahreyn'de Emir Hammad, halkın huzuruna çıkacak bir yüzü ve cüreti kalmadığı bir anda, Suud'un desteğiyle, çoğunluk olan halkı silah zoruyla sindirdi.
Yemen; artık “Bir çift potini, bir de fesi var!” bile diyemeyeceğimiz açlıkla pençeleşen en fakir ülkelerden. Beklemediği bir anda birliği buldu; Şii ve Sünni'nin beraberce meydanlara çıkıp zafer kutladığı tek ülke ama istikrardan korkanların karışmasıyla kanayan bir yara.
Libya; Ömer Muhtar'ın torunları, bir anda başkente varıp Kaddafi diktatörünü linç ettiler ama bölünmek ve kardeş kavgasından kurtulamadılar.
Büyük Şeytanın cilvesidir; Suriye'deki Sünnî çoğunluğu, %8'lik Nusayri (Şii) azınlık ret ve inkâr ederken; Bahreyn'deki %1 bile olmayan Sünni(!) Hamad bin İsa Al-i Halife ailesi de %98'li bir Şii çoğunluğun hukukunu ret ve inkâr ediyor. Bu, postmodern emperyalizmin geliştirdiği, maliyeti en az olan istikrarsızlaştırma tarzıdır.
Çoğunluğu azınlığa ezdirmek ve azınlığın da istikrar getiremeyeceği toplumlar ve ülkeler inşa etmek… Kalıcı değil, acil ve geçici kâra geçmek isteyen faşizan toplum ve devletler hep bunu deneye gelmişlerdir ve huzuru da asla bulamamışlardır.
Arap Baharına ne oldu” sorusuna Libya'dan bakmak, akıbeti anlamak için yeter.
Sayın Erdoğan'ın şahsında Libya'da yerlilerin hâkimiyeti için çabalayan bir Türkiye Cumhuriyeti var. Ne var ki Batı bundan rahatsız.
Halkın yakınlaşması ve suların durulmaya doğru gittiği bir zeminde, İtalya Libya'ya daha çok müdahale ediyor, Libya'ya 5000 asker çıkarma senaryoları diziyor. Gerekçesi de hazır; “Akdeniz'in diğer tarafını alevler içinde bırakan ateşi söndürmek…” gibi, son iki yüz yıldır tanıdığımız sözleri sarf ediyor.
Ümmet; “Şii Hilali” ve Sünnî Siyon Yıldızıyla” imkân ve kabiliyetlerini harcayadursun ama Yahudi sermayesi ve bunların emrindeki Haçlı zihniyeti, malumun ilanını yaparak “fitne ve talan” seferberliğini yürütüyor.
Ümmeti kuşatmaya gelen Bahar muştularının –zahiren- kışa dönmesinin ebetteki manevi bir gerekçesi de olmalı! Eli kardeşkanına bulaşmayan bir mümin kalmadı gibi, Hakk davasını eden hemen her kes kebair denebilecek günahlar işlemiş ve bunların da tevbe-i nasuha ihtiyacı var.
İşin kötü tarafı; kimsenin tövbe etmeye ve ilahi afvı gerektirecek bir itirafa da niyeti yok.
Rabbimizin; “Allah'ın arzı dar mıydı, göçseydiniz!” emrinin aksine, imkânı olanlar, uzaklaşamıyor, günah tarlasına çakılarak zulme amele oluyor.
Sünnetullahın da gereği; Rabbimiz de “ancak muztazaflara lütfetmek istediğini” belirtiyor. Günahkar nesiller; hep helak olmuş; Allah'ın yardımı ve zafer ise ancak bunların yerine gelen temiz ve pak nesillere gelebilmiştir.
Duamız; “İçimizdeki beyinsizler için bizleri helak etme Rabbim!” vesselam.