Arap-İslam dünyasının en etkili gazetelerinden Şarkul Avsat gibi yayın organlarına baktığınızda tahammül sınırlarını aşan bir siyasi Batıcılıkla muhatap oluyorsunuz. Yazarlar, bütün sorunlara Batı'nın çıkarları penceresinden bakıyorlar ve bu çıkarların ancak taraf oldukları Arap kesimi tarafından korunabileceği görüşünü hararetle ve Arapçanın bütün fesahatiyle savunuyorlar.
Bizde İslam'a saygıyla ilişkili olarak Arapça metinlere karşı özel bir yaklaşım vardır. Çocukluğumuzda meşhur “Varaku'ş-Şam” sigara kâğıtlarını dahi yerde gördüğümüzde alır, öper ve yüksekçe bir yere koyardık.
Arapça bir metnin İslam düşmanlarının sözcülüğünü yapması… Daha da ileri giderek İslam düşmanlarına hizmet yarışına teşvik etmesi… Çadırına müşteri çağıran bir panayır tüccarı misali düşmanların İslam yurtlarına saldırması için yalvarması… Müslümanı hem üzüyor hem de umutsuzluğa sürükleyebiliyor. Oysa Ümmet tecrübesi penceresinden bakıldığında sorun yeni değildir.
İslam Öncesinde Arap Yarımadası
İslamiyet, davetine başladığında Hicaz ve çevresinde iki ana yapı vardı. Bunlar, şehirli tüccar Araplar ve devecilik dışında, bütün kavimlerin Bedevîleri gibi soygunlarla da geçinen Bedevî Araplardı.
En mühim protipleri Mekke'de yerleşik olan şehirli Araplar, karakter bakımından Yahudilere çok benzerlerdi. Bütün yaşamlarını ticarete göre düzenler, dünya ile bağlarını ticarî özgürlük üzerine sürdürürlerdi. İran ve Bizans pazarlarına açılır, hudut ve pazar vergilerini dürüstçe öder; dışarıda hiçbir asayiş sorununa konu olmazlar; bir çatışmaları olursa kendi yurtlarında ve kendi aralarındaydı.
Bedevi Araplar ise savaşı günlük yaşamın bir hâli olarak görürlerdi. Bir savaş bittiğinde başka bir savaşı arar, ekonomik çıkar karşılığında başkaları adına ve başkalarıyla birlikte savaşmayı onura aykırı bulmazlardı. Zaman zaman şehirlere yönelik akınlar düzenleseler de genellikle badiyelerinde kalır, yakınlarından geçip kendilerini yararlandırmayan kervanlara saldırabilirlerdi. Ancak kendilerini yararlandıran kervanlara, sadakatle hizmet eder, başka biri kendilerine daha büyük yarar sağlamadıkça o sadakatten ayrılmazlardı.
Arap Yarımadası'nın orta ve güney kesiminde denge, şehirli Araplarla Bedevî Araplar arasındaki uzlaşı üzerine kurulmuştu. İki tarafın ilişkileri ve mücadelesi, bölgeyi büyük savaşlardan koruyor. Ama bununla birlikte kabilecilik asabiyeti ve sürekli iç savaşlar yüzünden bir devlet olma konumundan da uzak tutuyordu. Bölge, uzlaşı ve mücadelenin iç içe olduğu bu denge içinde dünya sisteminin dışında kalmış, ne istila edilen ne de varlığı bir anlam taşıyan, yerleşimin az olduğu, tarih dışı bir çöl konumunda kalmıştı.
İslamî Dönemde Arap Yarımadası
İslam, Hz. Peygamber salallahü aleyhi ve sellem'in önderliğinde şehirli Araplarla Bedevî Arapları uzlaştırdı; bir bütün hâline getirdi. Onlardan mekânını inancı için terk edebilen, dışarıya açılabilen fatihler yetiştirdi. Ancak kabileci yaklaşım, İslamiyet'ten sonra da varlığını sürdürdü.
Emeviler döneminde kabileci anlayış, Ehl-i Beyt yanlılığı ve Emevi yanlılığı olmak üzere iki kutup hâlinde yeniden varlık buldu. Bu kabile yapısı Abbasiler döneminde de devam etti. Öyle ki bir kabile bir tarafı tuttuğunda diğer kabile diğer tarafı tuttu. Bu taraf tutuşta dikkat çeken hususlar, 1. Aşırılık (tarafgirlikte sınır tanımama) 2. Gerekli iletişim kurulduğunda akılları durduracak bir hızla taraf değiştirme idi.
Ne yazık ki bu iki husus, kabileci yaklaşımla birlikte Arap dünyasının bir karakteri olarak varlığını sürdürdü ve Abbasi sonrası dönemde, istisna yapılar dışında, Bedevi Arap kabilelerini “kısır politik savaşçılar” konumuna düşürdü.
Ehl-i Beyt'e her seferinde ihanet eden Irak badiyelerindeki kabileler, aralarına Sasani kökenli felsefe eğilimli şahsiyetlerin de karışmasıyla sözde Ehl-i Beyt yanlısı siyasetin savaşçıları hâline gelmişlerdi. Bu çerçevede İsmailîlik olarak gelişen akım, kısa sürede neredeyse bütün Arap kabilelerini mezhep değişimine götürmüştü. Bahreyn taraflarında sınır tanımayan Karamatîlik olarak şekil bulan akım, İslam dünyasının büyük sorununa dönüşmüştü. Söz konusu Abbasî düşmanlığı olunca akım öylesine etkili olmuştu ki Emevilerin ilk yıllarında bölgenin Müslümanlaştırılması için Lübnan'a yerleştirilen Arap kabileleri dahi Karamatiliğe meyletmişlerdi. Karamatîlik bir sürü tahribattan sonra tarihe karışmışsa da Arap kabileleri İsmailî ve İmamî topluluklar olarak “muhalif kalmış”, bu muhalif kalış, onları istilanın bidayesinde Haçlıları ve Moğolları destekleme noktasına kadar götürmüştür.
Arap kabilelerinin İslam mücadelesine yeniden kazandırılması, Nûreddin Zengî ve Selâhaddîn Eyyûbî tarafından bir siyaset hâline getirildi, özellikle Selâhaddîn döneminde bu siyaset önemli ölçüde başarılı oldu; Müslümanların Haçlılarla mücadelesi gibi Moğollarla mücadelesinde Biladü'ş-Şam (Doğu Akdeniz) sahasında yarar sağladı. Ancak sonraki dönemde bölgedeki karakter bir daha zuhur etti.
Osmanlı'nın 1517'de bölgeye açıldığı günlerde Yemen çevresinde Portekizlerle ilişkiler geliştirilmişti. Kuzey Afrika'da ise İslam düşmanı İspanya krallarının himayesi konusunda kabile emirleri arasında adeta bir yarış başlamıştı. Osmanlı da selefleri gibi, büyük Arap şehirlerini kısır çekişmelerin dışında tutabildiyse de Badiyeleri ve dağlık alanları kontrol etmekte yetersiz kaldı.
Aynı dönemde İslam tarihinin büyük musibetlerinden Safevi İmparatorluğu Arap yarımadasının doğusunu hareketlendirirken bu hareketlilik, Hindistan'a yerleşip bugünkü Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) toprakları başta olmak üzere bölgeye açılmak isteyen İngilizler için zemin oluşturdu. Benzer bir hareketlilik ise Lübnan taraflarında eski İsmailî kalıntılar üzerinden Fransızlar için yaşanıyordu. Kabileler, kabilecilik-aşırılık ve saf değiştirmede serilik (istikrasızlık) karakteri üzerinden dış güçlerle her tür bağı kurmakta bir beis görmüyorlardı. Bu durum sahil alanlarını hareketlendirirken Irak ve bugünkü Suudi Arabistan'ın iç bölgelerinde iki akım bir kez daha güç kazandı. Kabilelerin bir kısmı Vehhabi olurken Şiî kesimle sınır tanımayan bir savaşa tutuştu. Müslümanların Batı'yla çok ağır bir savaş hâlinde oldukları bir süreçte bu savaş, Müslümanların dünyanın gerisinde kalmalarının en önemli etkenleri arasında yer aldı. Buna rağmen, dış güçlerle bağlantı, genellikle Bedevi topluluklarla sınırlı kaldı.
Arap İslam Âleminde Batı Yanlılığı
19. yüzyılda ise, Arap-İslam dünyasında şehirli-uzlaşmacı kesim, ilk kez Batı ülkeleriyle iletişime geçti. Mısırlı Tahtavî, bu kesimin ilk isimlerindendi. Mısır Hidivi Mehmed Ali Paşa onu Paris'e gönderdiği öğrencilere imam olarak atamış ama Tahtavî, Paris'te Fransızlığa hayran kalmış ve Mısır'a “Fransızlığa imamlık yapan” bir isim olarak geri dönmüştü.
Tahtavi'nin açtığı yol, daha sonra farklı isimlerle “Arap Nahdası” veya Batılı ifadeyle “Arap Rönesansı”, gerçekte milliyetçilik kamuflajlı bir “Arap Batıcılığı” akımına dönüşecektir. Mısır'dan Taha Hüseyin'in en önemli temsilcileri arasında yer aldığı ve Lübnan Hıristiyanlarının da oluşumunda önemli pay sahibi oldukları Arap Batıcılığı, dışarıyla ilişkide öncelikle değerlerin önemini yok sayıyor ve çıkarı öne çıkarıyordu. Akıma göre söz konusu dış güçler olunca gücün kimliği değil, ekonomi konusunda adaleti önemliydi. Bu durumda Batılı güçlere bağlanmak, Osmanlı'ya bağlı kalmaktan daha kârlıydı. Akım, bu yönüyle ilk başta aslında Bedevî çıkarcılıkla şehirli uzlaşmacılıktan bir sentez oluşturmaktan başka bir şey değildi. Ama Batılıların istila ettikleri ülkeleri nasıl sömürdükleri kitleler tarafından duyulunca bu ilk Arap Batıcılar, söylem değiştirdiler; Osmanlı'da İttihatçıların milliyetçi siyasetinden de yararlanarak Batılı değerlerin İslamî değerlerden üstün olduğunu alttan alta veya açıktan savundular. “Batı, seni sömürebilir ama dilini yok etmez oysa Osmanlı, ana dilinde konuşmana bile izin vermez” ifadesiyle özetlenebilecek bir söyleme geçtiler.
Bu söyleme ve Arapların o gün içinde bulundukları çıkmaza karşı ilk bütüncül kurtuluş hareketini İhvan-ı Müslimin oluşturdu. İhvan, yüzyıllar sonra ilk kez, İslam düşmanlarından bağımsızlığa ve İslam dünyası ile bütünlüğe önem veren, değerler kadar ekonomide adaleti de önemseyen bir fikriyat sunuyordu. İhvan, fikriyatı kısa sürede Sünni-Şiî farkı gözetmeden Arap İslam âleminin en önemli fikir ve hareket akımı hâline geldi.
Kabileci, aşırılıkçı ve taraf değiştirmede seri yapı, İhvan'la ağır bir darbe aldı, onun yerine İslam ahlakı inşa oldu. Bunun üzerine Batılı güçler imkânlarını kullanarak İhvan'a karşı şiddetli bir mücadeleye giriştiler. İhvan, buna karşı da başarılı olacağına dair kayda değer işaretler verince Batı, mücadele tarzını değiştirdi. Daha önce Fransız Şarkiyatçılarına dayanan Batı, bu kez İngiliz Şarkiyatçılığını öne çıkardı.
İngiliz Şarkiyatçılığının esası, Müslümanın Müslümana karşı kullanılması, bölgedeki mücadelenin bir iç savaşa dönüştürülmesiydi. Bu Şarkiyatçılık, tarihsel süreçleri tekrarlanabilir bir laboratuar işlemi olarak görüyor, toplumsal bir zeminde benzer koşullar oluşturulursa hem zayıflar hem güçlüler açısından benzer sonuçların alınacağını öngörüyor. Haksız da sayılmaz: Arap-İslam dünyasında eski koşulların oluşturulmasıyla Araplar zayıf düşecek ve dünyanın güçlülerine bağlanacaklardı. Bunun için Vehhabilik ve Şiîlik arasındaki çatışma, “Sünni Selefîlik” ve “Şiî Selefilik” kamuflajıyla kışkırtılarak bu iki yapı, bir kez daha kabilecilik, aşırılık ve taraf değiştirmede serilikle canlandırıldı. Arap İslam dünyası, çatışma ve uzlaşı konusunda bir kez daha İslam öncesi bir görünüme büründü. Ancak Arap kıtası, keşfedilen zengin yer altı kaynakları ve konumuyla İslamiyet öncesinden çok daha büyük değer taşıyor. Bundan dolayı dünya güçleri, bu kıtayı atıl bırakmayı değil, sonuna kadar tahakküm altına alacak yolları arıyor, son zenginliklerini de sömürmek için zaman bulmaya çalışıyorlar.
Arapların bir kısmı, bu emellerle yurtlarında oluşturulan çatışmalara bizzat taraf olurken ılımlı-uzlaşmacı şehirli Araplar ise bir yandan çatışma taraflarıyla iletişim hâlinde iken ve çatışmaları yönlendirmeye çalışırken öte yandan bundan kurtulmanın yollarını arıyor.
Şarkul Avsat gazetesi etrafında kümelenen gazeteciler ve Batıcı, sözde Arap aydınları ise “Batı'nın yol açtığı bu ortamdan yine Batı'ya sığınarak” kurtulmayı öneriyorlar. Çatışmaları İslam kaynaklı olarak değerlendiriyorlar. Laik bir söylemle İhvan-ı Müslimin'i hedeflerine alıyorlar. Dinin İslam alemindeki etkisinin neo-liberal bir anlayışla azaltılmasını öneriyorlar. İşte Evanjelist Batı'nın büyük umut bağladığı bu laik önerinin siyasetteki görünür hâli, Muhammed bin Zayed'in önderliğinde BAE-Bahreyn-Suudi Arabistan-Mısır ittifakıdır.
İttifak, ulusalcı sosyalist yapıdan sonra son dönem Arap-İslam dünyasında dine/İslam'a karşı en önemli çıkışı teşkil ediyor. Belki de sağ-milliyetçi-liberal ağırlıklı ilk ciddi çıkış kabul edilmelidir.