İslam dünyasının son dönem gelişmelerini tarihsel ve sosyolojik arka planı dikkate almadan tahlil etmek bizi yanlış değerlendirmelere götürür.
İslam dünyasında, Arap ülkelerindeki kralların Batı ile ilişkisi geleneksel izahlarla ifade edilebiliyor. Ama milliyetçilik söylemi ile öne çıkan hatta semi-faşist olarak bilinen diktatörlerin ve grupların Batı'ya bağımlılılığı kutsamaları, geleneksel izahlarla ifade edildiğinde inandırıcı olmuyor.
İslam dünyasında bir milliyetçi nasıl olur da Batı yanlısı olur? Bu soruya “İslam dünyasına ithal edilen her Batılı akım gibi milliyetçilik de Batı yanlısı, Batı çıkarlarına uygun neticeler verdi”, diye cevaplamak mümkündür. Ancak bu cevap, sorunun mühim bir kısmını açıklasa da konunun muhataplarını tatmin etmekte yetersiz kalıyor.
Günümüzün Arap milliyetçiliğinin kronolojik dalgalar hâlinde yayılan üç kökeni vardır: 20. yüzyılın başında güçlenen Mısır merkezli Batıcı milliyetçilik, Mısır ve Suriye'de güç kazanıp Filistin sorununu kullanarak yayılan ulusal sosyalist milliyetçilik ve Suudi Arabistan odaklı mezhepçi milliyetçilik.
Mısır merkezli Batıcı milliyetçiliğin et-Tahtavî, Yakup Sanua, Şibli Şumeyyil, Taha Hüseyin gibi öncüleri, Fransız edebiyat ve uygarlığına duydukları hayranlık; İslam'a ve İslam medeniyetine duydukları düşmanlıkla bilindiler. Yakup Sanua bir Yahudi, Şibli Şumeyyil protestan bir Hırisityandır. İkisi de İslam'a duydukları nefreti sözde Arap kültürüne duydukları hayranlıkla örtbas ederek Müslüman Arap gençlerini etkilemeye çalıştılar; diğer isimlerle birlikte İslam'ın Arap tarihinde mühim bir gelişme olmakla birlikte Abbasî Dönemi'nden bu yana Arap çıkarlarına zarar verdiğini işlediler. Onların sabit hedefinde İslam; aktüel hedeflerinde ise o dönemde Arap coğrafyasının mühim bir kesimine hükmeden Osmanlı vardı. Bu “milliyetçiler”, Osmanlı'nın Arap coğrafyasına hükmetmesini “gerici bir istila” olarak nitelerken Batı ülkelerinin İslam dünyasına yönelik işgallerini “aydınlanma” için bir fırsat olarak görüyorlardı, Batı'nın fiziki işgaline karşı çıkıyor görünmekle birlikte kültürel işgalini kutsuyor, Batı uygarlığına sarılmayı Arapların kurtuluşu için tek yol olarak gösteriyorlardı.
Osmanlı'nın eğitimi ihmalinden kaynaklanan boşluğu ustalıkla değerlendiren bu sinsice planlanmış akım, Arap dünyasında henüz I. Dünya Savaşı günlerinde Batı istilasından yana, İslam dünyası ile birlikteliğe karşı bir düşünsel zemin oluşturdu. Sıradan Arap genci İngiliz, Fransız işgalini bu düşünce doğrultusunda sözde önceki felakete göre daha hafif bir felaket hatta Arapları önceki felaketin “gerici” uygulamalarından kurtarabilecek bir “aydınlanma” fırsatı olarak değerlendirdi. Kuzey Afrika'nın orta ve batısı bir yana bırakılırsa Arap İslam dünyasında Batı istilası karşısında sözü edilebilecek bir özgürlük mücadelesinin vuku bulmamasında bu akımın etkisi vardır.
Düşünürleri Arap coğrafyasında Osmanlı'nın ihmali ile açılan Batı kolejlerinde, militan gücü ise İstanbul'da İttihat ve Terakki içinde yetişen bu ilk dalga Arap milliyetçiliğinin ardından gelen Mısır-Suriye merkezli Arap milliyetçiliği İslam'a karşı daha da keskin bir çizgi üzerinde yol aldı. Meşrutiyet Dönemi'nde Osmanlı eğitim sisteminin mimarları arasında sayılan Arap dünyasında Satı el-Husrî, Türkiye'de Mustafa Satı Bey olarak bilinen Halep doğumlu ama son etkinlilerini diktatör Abdülnasır Dönemi'nde Mısır'da icra eden İttihatçı bir “aydın”la da ilişkilendirilen bu akımın önde gelen mimarı Mişel Eflak'tır.
Rum kökenli Hıristiyan Mişel Eflak, Fransız Sarbon Üniversitesi mezunu ulusalcı bir sosyalistti; İslam'ın Araplar için önemli olmakla birlikte Araplığın İslam'dan daha köklü ve daha önemli olduğunu klasik Batıcı milliyetçi bir tezle izah etmeye kalkışmış; bir avuç Arap Hıristiyanın Arap dünyası için taşıdığı önemden dem vurarak “ümmete karşı milliyetçilik” üzerinde odaklanmıştır. Bu görüşü Mısır'da Nasırcılar ve Arap İslam dünyasının diğer ülkelerindeki fabrika üretimi Batıcı milliyetçiler tarafından da paylaşılmıştır.
Daha çok BAAS'çılıkla özdeşleşen, hakikatte BAAS'çılıktan daha kapsamlı olan ve Batı'nın 20. yüzyılda İslam alemine yaydıkları ulusalcı sosyalizmin bir şubesi olan bu ikinci dalganın hedefinde iki ülke vardır: Türkiye ve İran.
Ulusalcı sosyalist Arap milliyetçiler, Batıcılaşmayı kutsar iken Arapların temel probleminin Acem kültüründen etkilenmek ve Türk işgaline uğramak olarak görüyorlar. Arap dünyası ile Türkiye ve İran arasında duvar örmeyi milliyetçi tezlerle izah ederek önemsiyorlar. Kürt milliyetçiliğini desteklemeyi de bu stratejinin bir parçası olarak açıklıyorlar.
Bunun için Cemal Abdülnasır Kahire'de ulusalcı sosyalist çizgide bir Kürtçe radyo açmış, başına da Celal Talabani'nin arkadaşı, ulusalcı sosyalist bugünkü Irak Devlet Başkanı Fuat Masum'u getirmiştir. Cemal Abdülnasır, Kürt tarihi ile ilgili eserlerin basılmasına da ön ayak olmuştu. Örneğin İbnü'l-Ezrâk'ın Meyyafarkin Tarihi'nin Kürtlerle ilgili kısımları, onun döneminde (1959) diğer kısımlarından ayrılarak Kahire'de basılmıştır.
İran'la savaşını İslam'ın İran'ı fethiyle neticelenen, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın (Allah ondan ve bütün Sahabeden razı olsun) komutasındaki Kadisiyye Savaşı'na benzeten, Kürtlere yönelik operasyonlarının en büyüğünü Kur'an-ı Kerim'in Enfal Sûresi'yle adlandıracak kadar İslam'ı suistimal eden Eflakçı Saddam Hüseyin, Suriye'de Kürtler arasında ulusalcı sosyalizmin yayılması için Irak'ın Lübnan büyükelçiliği üzerinden faaliyetler yürütüyordu. BAAS'ın Suriye kanadının lideri yine Elakçı Hafız Esad da İran'la ilişkilere güncel siyaset doğrultusunda farklı baksa da Türkiye konusunda PKK'nin zemin bulmasında en önemli rolü oynamıştır. İkinci dalga milliyetçilerinin bu tutumlarının esasını oluşturan Batı yönlendirmesini ve kısmi nedenini oluşturan aktüel politik sorunları gözardı etmek ağır bir hata olur. Ama neticede bu dışarıdan yönlendirilen ve güncel siyasetin çekişmelerinden kopuk olmayan tutum, sıradan Arap gencine modern milliyetçilikle ideolojik bir çerçeve içinde sunulabiliyor. Onun zihnine bu kotlarla yerleştiriliyor. Türkiye ile Arap dünyası arasında bir duvar örmenin kârlısı Batı olsa da Arap gencine Arap milliyetçiliği üzerinden Araplarmış gibi izah ediliyor.
Üçüncü dalga Arap milliyetçiliği Bernard Lewis gibi neo-şarkiyatçıların da muhtemel katkısıyla Suudi Arabistan merkezli olarak Hambeli-Vehhabi-Emevici bir çizgi üzerinde gelişti. Vehhabiliği Hambelilik diye tanıtan bu dalganın milliyetçileri, Emevileri Araplığın büyük hizmetkârları olarak görüyor, Yezid dâhil Emevi idarecilerini yüceltiyor; Abbasîlerin “cahiliye kültürü”nün etkisinden kurtulmamış toplumlar olarak gördükleri Farslar ve Türklerle kurdukları temasla İslam'a ve Araplığa zarar verdiklerin iddia ediyorlar. Bu anlayışla Osmanlı'ya nefretle yaklaşırken İran'ı da mezhebinden ve güncel siyasetinden dolayı Araplığın en büyük düşmanı olarak görüyorlar, kendilerini kökten değiştirecek olan bu büyük düşmana karşı, kendilerinden işbirliği talep etse de onların yapısına İngiliz siyaseti gereği dokunmayacak olan ABD ile işbirliğinin caiz hatta gerekli olduğuna inanıyorlar.
Akımın temsilcileri, Arap dünyasında yakın tehdit olarak İran istilasını, uzak tehdit olarak ise Neo-Osmanlıcılığı görüyor; İran'a karşı dış düşmanlarla işbirliğini mübah ve gerekli sayan şiddetli bir tedbiri zorunlu görürken Türkiye'ye karşı temkinli olmak gerektiğini düşünüyor; Türkiye'nin “Yurtta sulh, cihanda sulh!” siyasetinden vazgeçip İhvan-ı Müslimin gibi hareketlerle kurduğu ilişkiyi Arap dünyasının gelecekte işgale uğramasının ayak sesleri olarak birbirlerine anlatıyorlar. Akım, milyar dolarlarla ifade edilen, hakikatte Batı'ya vergi vermek dışında bir anlam taşımayan silah alımlarını İran'ın oluşturduğu yakın tehditle izah ederken DAEŞ ve PYD'nin Türkiye ile Arap dünyası arasında bir duvar örmesini Neo-Osmanlıcılıktan korunma çerçevesinde yerinde buluyor.
Suudi Arabistan, üçüncü dalga Arap milliyetçiliğini ana ideoloji haline getirmiş; önceki iki dalga milliyetçiliği ise ülkesine taşınmaması şartı ile destekliyor; israil'in öteden beri yatırım yaptığı bu iki dalga milliyetçilik, ABD ve israil'le işbirliği doğrultusunda Birleşik Arap Emirlikleri tarafından da son dönemde finanse ediliyor.
Her şey ideolojiden ibaret değildir ama ideolojiler hâlâ sömürgeciliğin ayakta kalmasında önemli bir güçtür. Arap milliyetçiliğinin bu durumunu bilmeden Arap ülkelerinin bir kısmının tutarsız ve acayip görünen tutumlarını yorumlamak bizi yanıltabilir. Hatta gittikçe yayıldığı üzere emperyalistlerin de hesabına gelecek şekilde Arap Müslümanlara karşı diğer Müslümanlar tarafından ifade edilen ırkçı yorumlara sürüklenebiliriz. “Bu Araplar nasıl millet, asla yola gelmezler!” gibi fazlasıyla ırkçı bir koku taşıyan ifadelerde yer bulan bu yorumlarda yapılan; Batı etkisindeki sözde ideolog ve idarecilerin tutumlarını Araplıkla, Arap kökleriyle özdeşleştirmektir. Batı'nın tam da istediği bu, Kur'an-ı Kerim'e ve yaşanan gerçekliğe de aykırı sapmadır. Zihni Batı tarafından kotlanmış milliyetçiler yüzünden Arap Müslümanlar aleyhinde konuşmak, İslamî bir tepki değil, aksine İslam karşıtı bir tepkidir. Böyle bir tepki türünden Allah'a sığınmak gerek…