Ancak bilinen şudur ki, Yüce Allah (cc), onları yanlarında bir köpek olduğu halde asırlar boyu devam edecek bir uykuya daldırmış, başkaları kendilerine yaklaşmadan haklarında yazılmış olan yazının süresine ulaşması için onlara esrarengiz bir dehşet hali vermiştir. Bunda bir hüccet, erişilmez hikmet ve engin bir rahmet vardır. Bu gerçekleri yine Rabbimizin kelamından öğreniyoruz:
“Güneş doğduğunda mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında ise onları sol yandan keser geçerdi. Onlar da mağaranın geniş boşluğunda idiler. Bu Allah’ın ayetlerindendir…”
“Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk. Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış-yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.” (Kehf/17-18)
Ashab-ı Kehf’in, mağarada ne kadar süreyle uyudukları hakkında Kur’an-ı Kerim şöyle der:
“Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldılar. Buna dokuz sene daha ziyade ettiler.” (Kehf/25)
Bu ihbarlardan hareketle uyuma süresinin net olarak üç yüz dokuz yıl olduğu müfessirlerce genel kabul görmüştür. Ziyade edilen dokuz sene şöyle izah edilmiştir: Güneş takvimine göre üç yüz yıl olan süre, ay takvimine göre üç yüz dokuz yıla mukabil gelir. Zira bu iki takvim yılı arasındaki on günlük fark her yüz senede ay yılıyla üç yıl etmektedir. Üç yüz senede ise bu fark dokuz yıla çıkar.
Ama yine de biz, mucizenin hakikatini değiştirmeyen uyuma süresinin miktarını Yüce Rabbimizin sınırsız ilmine havale ediyoruz. “De ki: Allah onların ne kadar kaldıklarını daha iyi bilendir.” (Kehf/26)
Gücü her şeye yeten, ilmi ve hikmeti inceliklere nüfuz eden Yüce Allah (cc)’ın, mağarada derin uykuda olan gençler için belirlediği süre dolmuş, ölümden sonraki haşri andıran ve buna kat’i delil olan uykularından uyanma vakti gelmişti.
Bu arada mucizenin canlı şahidi olan insan neslinin, içerisinde bulunduğu dini saplantılar ve itikadi buhranlara dikkat etmek yerinde olacaktır. Nitekim bu mucize; hususen onlara, umumen kıyamete kadar gelecek olan insanlara mesaj niteliğindedir.
Kimi kaynaklara göre, bu olayın meydana geldiği dönemde şehirde diriliş ve ahiret ile ilgili ateşli tartışmalar hüküm sürüyordu. Her ne kadar halk, Roma İmparatorluğu’nun etkisiyle Hıristiyanlığı kabul etmişse de şirk ve Roma putperestliğinin izleri ile Yunan felsefesinin etkisi halen güçlü idi. Bu nedenle Hıristiyanlığın öngördüğü ahiret inancına rağmen, birçok kimse ahireti inkâr ediyor veya en azından bu konuda şüphe duyuyordu.
Bunun yanı sıra, şehrin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren Yahudilerin Saduki Mezhebi, ahireti inkâr ediyor, buna Tevrat’tan dayanaklar bulmaya çalışıyorlardı. Buna karşın o zamanki Hakk dinin müntesipliğini yapan Hıristiyan âlimleri bu inançları reddeden veya yeniden dirilişe delil olabilecek görüşler öne sürmede aciz kalıyorlardı. Bu nedenle ahirete inanmayanlar üstün durumdaydılar. Hatta müminler arasında dahi şüpheler filizlenmeye başlamıştı.
İşte tam bu sırada ölümden sonraki büyük diriliş gerçeği için kesin hüccet niteliğinde olan, aykırı görüşleri iddia edenlere dillerini yutturan ve tereddütleri bertaraf eden büyük mucize gerçekleşti. Üç yüz yıl veya üç yüz dokuz yıl önce uykuya dalan gençler, Allah’ın izniyle uykularından uyandılar. Başka bir tabirle ölü iken dirildiler.
Uzun uykudan uyandıklarında, ruhi ve fiziki yapılarından hiçbir şey yitirmemişlerdi. Birbirlerine “Ne kadar uyuduk?” diye sordular. “Bir gün veya daha az bir müddet” dediler. Ne kadar uyuduklarını tam olarak kestiremeyince de; “Ne kadar uyuduğumuzu Rabbimiz daha iyi bilir” dediler. Epey acıkmışlardı. Onlardan biri, yanında bulunan asırlar öncesine ait ve üzerinde, o zamanın hükümdarının resminin de bulunduğu gümüş parayı verip şehre inilmesini ve temiz yiyeceklerden alınmasını istedi. İçlerinden biri bu iş için mağaradan çıktı. Çok dikkatli davranması gerekiyordu. Çünkü onlar aradan geçen yüzyıllardan ve o yüzyıllarda vuku bulan olay ve gelişmelerden kaçış ve takip olaylarının etkisindeydiler. Tabiri caizse, onlar bambaşka bir hayatın, muasırları ise bir başka hayatın atmosferini teneffüs ediyorlardı.
Olayın bu can alıcı kısmı Kur’an-ı Kerim’de şöylece hikâye edilir:
“Böylece aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: ‘Ne kadar kaldınız?’ Dediler ki: ‘Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.’ Dediler ki: ‘Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi biriniz bu paranızla şehre gönderin de, baksın hangi yiyecek temizse, size ondan bir rızık getirsin. Ancak oldukça dikkatli davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin. Çünkü onlar burada olduğunuzu öğrenseler, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler. Bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (Kehf/19-20)
Mucizenin inkişafı zamanı gelip çatmıştı. Büyük haberin bir vesileyle insanlara ulaştırılması gerekiyordu. Kelamullah’tan alınan ipuçlarıyla kıssanın bu bölümü tarih kitaplarında şöylece hikâye edilir:
Gençlerden biri yiyecek bir şeyler almak için mağaradan çıkıp şehre iner. Etrafı, çok değişmiş ve yabancı olarak görür. Yakalanma endişesinden ana yollarda yürümemeye dikkat eder. Attığı her adımda değişiklik ve garipliklerle karşılaşır. Hayret ve şaşkınlığını gizleyemez. Önceden bildiği ve tanıdığı şehirden eser kalmamış… İnsanlar, binalar, adetler… Tamamen değişmiş… Daha önce ancak gizli yerlerde zikredebildikleri hakikatler açıktan konuşuluyor, tektanrılı dine ait terimler dilden dile dolaşıyordu. Yine önceleri işkenceyi veya yakılıp çarmıha gerilmeyi gerektiren ibadetler açıktan açığa serbest bir şekilde yapılıyordu. Öyle ki her tarafı, tektanrılı dini temsil eden yapı ve motifler kaplamıştı. Bütün bunlara karşın delirdiği veya rüya görüyor olduğu vehmine kapılan genç, bir süre sonra silkindiğinde gerçekle yüz yüze geliyor; olup bitene bir mana veremiyordu.
Daha sonra, şehirden hemen uzaklaşması gerektiğine kanaat ederek, yiyecek satan bir adama yönelir. Yanındaki parayı adama uzatarak kendisine yiyecek vermesini ister. Verilen parayı tanıyamayan adam, komşu esnafa giderek parayı ona gösterir. Bu şekilde para, şaşkın gözlerle elden ele dolaştırılır. Oradakiler gencin bir hazine bulduğu zannına kapılınca da mesele büyüyüp yayılır. Nihayet konu şehrin valisine intikal eder. Vali, genci yanına çağırıp soruşturur. Meselenin mahiyetini öğrenmeye çalışır. Baştan beri gariplikler yaşayan imanlı genç, başlarından geçenleri tek tek anlatır. Mağaradan yiyecek almak için indiğini ve arkadaşlarının kendisini beklemekte olduklarını valiye anlatır.
Mesele anlaşılmıştır: Bunda zerre miktarınca şüphe yoktur. Mağara ve mağara şehitleri hakkında öteden beri bilgi sahibi olan vali ve adamları olayın gerçek mahiyetini; bunun, ölümden sonraki dirilişin ispatına yönelik gerçekleşmiş bir mucize olduğunu anlayıp büyük bir kalabalıkla mağaraya akın ederler. İlahi mucizeye mazhar olmuş ve kendi zamanlarından üç yüz yıl öncesine ait olan yarenleri saygı ve hürmetle anarlar.
Diriliş mucizesi her tarafta konuşulmaya, ağızdan ağza dolaşmaya başlar. Ahirete, ölümden sonraki dirilmeye inanan ve bunu savunanların bayramıdır bugün. İnkâr edenlerin ise adeta dilleri tutulmuş, ne diyeceklerini bilemez bir haldedirler.
Diriliş hakikatinin inkişafından Kur’an-ı Kerim şöyle bahsediyordu: “Böylece Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve gerçekten kıyametin kendisinde şüphe bulunmadığını bilmeleri için (şehir halkına) onları buldurmuş olduk…” (Kehf/21)
Nihayet şer’i maslahat hâsıl olup, ilahi hikmet ve hakikatler tahakkuk ettikten sonra gençler, tekrar mağaraya girdikleri bir esnada Yüce Allah canlarını alır. Nitekim onlar da bunu arzuluyorlardı. Yüzyıllar önce bırakıp kaçtıkları dünyada, hele hele çağdaşları olmayan ve kendilerine bambaşka bir gözle bakan insanlarla bir arada yaşamaları kendileri için çok zor olacaktı ki, Rabblerinin ruhlarını kabzetmesi, onlar için rahmet hükmüne geçmiştir.
Ölümden sonraki diriliş için tartışmasız hüccet olan ve bir dönemin insanlarına bizzat müşahede ettirilen Ashab-ı Kehf olayı, adını onlardan alan Kehf Süresi kapsamında Kur’an-ı Kerim’de kıssa edilmek suretiyle evrensel bir nitelik kazanmıştır.
Ancak bulduğu her fırsatta nankörlük ve cehalet sıfatlarını izhar eden insanlar ilahi mesaja yöneltmeleri gereken dikkatlerini, mucizenin kendilerine hiçbir faydası olmayan zahiri yönlerine çevirmiş, iman erlerinin sayısı hakkında tartışmalara girmişlerdir. Onların;
“(Sayıları) üçtür, dördüncüleri köpekleridir. Beştir, altıncıları köpekleridir…” şeklindeki gereksiz münazaralarına Kur’an-ı Kerim’de de yer verilmiş, manasız çırpınışları ve mesnetsiz tahmin yürütmeleri “Karanlığa taş atma” şeklinde veciz ve kınayıcı bir üslupla zemmedilmiştir.
“De ki: Rabbim onların sayısını daha iyi bilir. Onları pek az insan dışında kimse bilemez. Öyleyse onlar hakkında açıkta olan bir tartışmadan başka tartışmaya girme. Ve onlar hakkında hiç kimseye bir şey sorma.” (Kehf/22)
Yüce hikmetlere müteveccih bu mucize hakkında girişilen saplantılardan biri de, mağaradaki gençlerin ruhlarının kabzedilmesinden sonra insanların; kendilerini orada bir bina inşa etmek zorunda hissetmeleri ve dini düşüncelerine göre yapacakları yapıt hususunda ihtilafa girmeleridir. Onların bu konudaki ihtilafları Kur’an-ı Kerim’de de konu edilmiştir:
“(Onları görenler) Kendi aralarında, durumlarını tartışıyorlardı. (Bir kısmı) Dedi ki: ‘Onların üstünde bir bina inşa edin. Rabbleri onları daha iyi bilir.’ Onların işine galip gelenler (sözleri geçenler) ise; ‘Üzerlerinde mutlaka bir mescid yapmalıyız’ dediler.” (Kehf/21)
Bu mucize ile Rabblerinin neyi murad ettiğini kavrayıp ilahi mesaja dosdoğru bir şekilde icabet etmeleri gerekirken, yaptıkları mabet veya mescid, zamanla suistimal edilerek şirk aracı yapılmıştır.
İnzar Dergisi