Atatürk'ün meşhur Bandırma vapuruyla Samsun'a çıkışının yıldönümü olan bir 19 Mayısı daha geçirdik. Eski 19 Mayıslar ile şimdikiler arasında dağlar kadar fark var.
Aylar, haftalar öncesinden hazırlıklar başlar, okullarda dersler rafa kaldırılır, resmi tüm kurumlar teyakkuza geçerdi. Provalar için cadde ve meydanlar günler öncesinden trafiğe kapatılırdı.
Ülkede, dünyada ne olmuş ne bitmiş hiç önemi yoktu. Varsa yoksa 19 Mayıs… Atatürk'ün ne kadar akıllı, zeki olduğu anlatılır, bizi nasıl kurtardığı, Türkiye'yi nasıl kurduğu, muasır medeniyet seviyesine nasıl çıkardığıyla ilgili methiyeler söylenirdi.
Çok şükür bugün bunlar yok.
Atatürk'ün kimler tarafından ve hangi amaçla Samsuna gönderildiği, işgalci güçlere karşı Anadolu halkını nasıl örgütlediği, halkın onu bir anda nasıl kabul ettiği; tekbirlerle, dualarla, salavatlarla açılan kongre ve meclislerin nasıl olup da İslam'a karşı savaş meclislerine dönüştürüldüğü; Padişahın emriyle Samsuna gönderilen Atatürk, nasıl oldu da saltanat ve hilafeti kaldırdığı… Kurtuluş savaşı öncesi Atatürk profili ile güç ve kuvveti eline geçirdikten sonraki Atatürk profili…
Halkın kaderini eline teslim eden Sultan Vahdettin ve beraberindekiler Atatürk'ü ne kadar tanıyorlardı, yanıldılar mı, yoksa kendini çok iyi kamufle eden bir takiyyeciye mi kandılar?
Bu ve benzeri sorular yıllardır soruluyor ve tartışılıyor. Arşivler açılıp Atatürk'e yönelik koruma kanunu kaldırılsa muhakkak daha sağlıklı sonuçlara ulaşılacaktır.
Ali Ulvi Kurucu, dört ciltten oluşan Hatıralarında* bu konuya değinir. Bizzat dönemin şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi'nin dilinden şunları nakleder.
‘Padişah'ın Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya göndereceğini kestirince, bir din borcu olarak, kendisiyle görüşmek ve buna mani olmak istedim. Çünkü endişelerim vardı. O ana kadar elde ettiğim bilgiler de bu endişelerimi kuvvetlendiriyordu. Miralay Sadık Sabri Bey'in ve arkadaşlarının tahkikatı da bu yöndeydi. Beni ikaz etmişlerdi…
Sonra meseleyi Padişaha açtım.
- Padişahım, eğer bu iş için muhakkak bir paşa gönderilecekse, karar verdiyseniz, başka bir paşa bulalım, demek istedim...
Padişah, devamlı şöyle diyordu. ‘Efendi hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum; ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtulmasını istiyorum. Efendi hazretleri anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz. Onu korumamı istiyorsunuz…'
Bunun üzerine: Benim endişem, sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse, yerine bir saltanat daha bulunur. Fakat din giderse, yerine bir din daha gelemez. Benim korktuğum budur.
Eğer mutlaka bir zat bir asker gönderilecekse, başka birini araştıralım. Bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislamıyım. Din cihetinden, sizin kadar ben de mesulüm… filan dedim.
Baktım, Padişah'ın Mustafa Kemal'e tam itimadı var.
Bana: ‘Yanlış anlıyorsunuz, suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesaim oldu. Fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim, orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan… Ateşin zekâ, ateşin zekâ…'
Baktım, Padişah, durmadan böyle diyor. ‘Ateşin bir zekâ, ateşin bir zekâ…' anladım ki artık son sözü söyleyip konuşmamı bitirmek lazım.
Efendim dedim; malumunuz, Resul-i Ekrem, sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin… Veda Hutbesindeki son sözleri malumunuzdur. Ben de onun: Allah'ım tebliğ ediyorum, ruhumun feryadını, imanımın sesini, insanlığa tebliğ ediyorum, dediği gibi, vazifemi yapıyorum… Padişahım, son söyleyeceğim söz budur…
Padişah, bu sözlerim üzerine, müteessir oldu: ‘Evet gayemiz bir amma görüş ayrılıklarımız var' dedi ve Ziya Paşa'nın ‘herkesin maksudu bir amma rivayet muhtelif' mısraını okudu…
O sırada baktım horozlar ötüyordu. Vakit çok geç olmuştu, ayrıldık…
* Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-2, Kaynak Yayınları, Sayfa:57-59