11 Ekim 1998 tarihini bugün otuz yaşına gelen gençler bile zor hatırlar da şu malum emekliler gayet iyi bilirler. Ne olmuştu o tarihte. Cerrahpaşa tıp fakültesi önünden başlayan ve İstanbul’dan Ankara’ya, Çorum’dan Rize’ye, Kayseri’den Elazığ’a, iki bin kilometreden uzun bir insan zinciri oluşturuldu.
Başı açık ya da örtülü, erkek, kadın, emekli, çalışan, öğrenci, köylü dört milyon insan, “Özgürlük İçin El Ele” sloganıyla bir çizgide buluştular. Hatta dışarda da yapıldı. Köln, Disburg, Amsterdam, Washington, Londra, Tiran, Medine, Sydney ve Melbourne'da da sembolik zincirler oluşturuldu.
Binlerce kişinin gözaltına alındığı zincire katılanlara, polis ve jandarmanın müdahalesi çok sert oldu. Birçok ilde zincire katılmak yasaklandı, kimseye izin verilmedi, bazı illerde katılanlara göz yaşartıcı gaz ve tazyikli su sıkıldı, üzerlerine köpekler salındı, güvenlik bariyerleri ile önleri kesildi. Erzurum’da eyleme katılanları dağıtmak için havaya ateş açıldı.
O zaman ki gazete manşetleri mesela şöyle idi.
Milliyet: “Türban Zincirine Öfke, Cumhuriyete Karşı Eylem”
Radikal: “Türban sokağa döküldü.”
Cumhuriyet: “Şeriat Pazarı” diyordu.
O vakit CHP’nin Genel Sekreter Yardımcısı olan Atilla Sav, bu direnişi; "düşünce özgürlüğünün dışa vurulması değil, Cumhuriyet'i yok etme niyetinin eylemleşmesi" diye yorumlarken, dönemin DYP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Gölhan da: "Yasaların izin vermediği bir şeyin yanında bulunmamız söz konusu olamaz. İnsan hakları çerçevesinde isteyen dilediği gibi davranabilir. Ancak bu son olayda bir yasak delinmiştir. Buna karşıyız" diyordu.
Aslında bu eylem ilk defa yapılmıyordu. 23 Ağustos 1989’da artık fiilen dağılma sürecine girmekte olan Sovyetler Birliğinden bağımsızlıklarını elde etmek için Letonya, Estonya ve Litvanya halklarından 2 milyon kişi, 600 kilometre boyunca insan zinciri oluşturmuş ve bu olay dünyada geniş yankı bulunca bağımsızlıklarının önü açılmıştı.
Tabi konu başörtüsü gibi İslami bir talep olunca sadece kendine özgür ve yalnızca kendine demokrat olan hakim devletler, 4 milyon kişi de katılsa yahut, katılanlar içinde görmek istedikleri kılık kıyafetten çokça kişi de bulunsa, Türkiye’deki insan zinciri ile hiç mi hiç ilgilenmedi.
Bu arada ‘eylem’, ‘aykırılık’ filan deyince kendilerini bu konuda marka gören sol gruplar, tam bir şaşkınlık halindeydiler. Bazıları karizmalarının çizildiğini düşünerek düş kırıklığıyla sessizliğe bürünürken, bazıları yarım ağızla içinde özgürlük ve benzeri kelimeler geçen cümlelerle destek oluyormuş gibi yapıyorlardı.
Şimdi vatan millet edebiyatının üstüne bir de “FETÖ’nün mağduruyuz, hapis yatanlarımız var” diye güzelleme yapan ama hapisten çıktıklarında aldıkları milyonluk tazminatlardan söz etmeyen malum zevat, tabi ki o dönemde öyle “104 emekli” mottosuyla değil, “300 Spartalı” heyecanıyla doludizgin sahada idiler.
Bu emekliler, emeklerinin zayi olmasına yanıp tutuşuyorlar. Her türlü propaganda, devrim, darbe, yasak, yönetmelik aktif edildiği halde, algı, propaganda, ihtilaf, tartışma vs kullanılarak inanç genleriyle oynandığı halde, emperyalizmin bütün hard-soft yöntemleri denendiği halde, popüler kültürün tüm imkanları kullanıldığı halde bir türlü istedikleri kıvama gelmeyen, tam olarak ehilleşmeyen Müslüman topluma kinlerinin zırt pırt nüksetmesi, -hikmet planında söylersek-, kötü mü oluyor?
Buna şunun için hayır denebilir: İslami değerlere karşı açığa/meydana çıkarak netleşen öfke, her zaman intibaha(uyanışa) vesiledir.
Ve farkındalar veya değiller ancak ibret alana zımnen şöyle bir ders veriyorlar:
“Biz, yorulmadık, bıkmadık, kenara çekilmedik, İslam’ın şiarlarına, sabitelerine, şeriatına, dünya ahkamına, pratiğine, mübin (apaçık) olarak karşı tavrımızı koymaya devam ediyoruz yoksa siz emekli misiniz? yorgun ve bıkkın mısınız, dağınık mısınız, farklı meşreplerden 104 kişi bir gece yarısı bir araya gelip bir-iki satır bir şeylerin altına imza atamayacak kadar bölük pörçük müsünüz?!”