وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَۚ وَمِنْهُمْ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِد۪ينَارٍ لَا يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَ اِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَٓائِماًۜ ذٰلِكَ بِاَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْاُمِّيّ۪نَ سَب۪يلٌۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ ﴿٧٥﴾
Ehl-i kitap’tan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen onu sana noksansız öder; içlerinden öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen tepesine dikilip durmadıkça onu sana ödemez. Çünkü onlar “Ümmîlere yaptıklarımızdan dolayı bize bir vebal yoktur” derler. Onlar bile bile Allah adına yalan söylemektedirler. (Âl-i İmrân Sûresi 75)
Haris el Muhasibi Âdâbu’n-Nüfus adlı kitabın “siyasetü’n-nüfus” babında Hz. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin;
إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ ألاَ وَهِيَ الْقَلْبُ
“Bilin ki, bedende öyle bir et parçası vardır ki, o iyi olursa, bütün beden iyi olur; o bozulursa, bütün beden bozuk olur. Bilin ki, o kalptir.” hadisini, işlediği konuya delil olarak getirirken; فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ (bütün ceset bozulur) ibaresine şerh mahiyetinde şöyle bir not düşer “yani bedenin işlediği ameller bozulur.”
Selef-i salihin irşad amaçlı kitaplarında amelleri üç kısma ayırırlar.
*Kalbi ameller; İman, ihlas, takva, vera, isar gibi salih ameller ile küfür, riya, kibir, bencillik vb. fasid ameller bu kategoriye girer.
*Bedeni ameller; namaz, oruç, cihad gibi ameller bu kategoriye girer.
*Mali ameller; hac, zekat, infak gibi ameller de bu kategoriye girer.
Dördüncü bir kısmı zikredenler de vardır ki bunlar da hem bedenin ve hem de malın birlikte olması gereken amellerdir. Ama bu amellerin hiç biri kalbi amellerden hali olduğu halde makbul olunacağı hususunda ne seleften ne de haleften hiç kimse en ufak bir iddiada dahi bulunmuş değildir.
Selef-i salihin amelleri kendi aralarında dereceler bakımından kategorize ederken kalbi amelleri en üst makama oturturlar ve amellerin en faziletlisinin, amellerin efendisinin kalbi ameller olduğunu ifade ederler. Kalbi ameller arasında da derecelendirmeye giderler ve kalbi amellerin seyidinin iman olduğunda ittifak ederler. Öyle ise bütün amellerin, ister kalbî olsun, ister amelî isterse de malî ya da bunların bileşkelerinden oluşan ameller olsun, efendisi imandır. Amellere öncülük eden, onları hayır veya şerre yönlendiren, istikamet üzere devam etmelerini veya sapmalarını sağlayan imandır.
El-Muhasibi’nin hadisin şerhinde de işaret ettiği gibi; eğer ademoğlunun kalbi selim ise amelleri de selim olur, yok eğer kalbi fasid ise amelleri de fesad olur. Kalbin selim veya fasid olması da kalbin amellerine bağlıdır. Bir kalb salih ameller ile fasid amellerden hali olamaz ve bu da kalb sahibinin bütün yaşantısında kendini mutlaka gösterir. Onun en küçük davranışından, sosyal hayatından tutun iman veya küfür cephesinde bulunup hak-batıl için savaşımına kadar hayatının bütün kılcal damarlarına kadar yansır.
Eğer bir kalb; sağlam iman ve bu imanın gereği olarak takva, ihlas, vera vb. amellerle amil ise şüphesiz o kalb sahibinin hem bedenî hem de malî amelleri de salih olur. Yok eğer Allah muhafaza kalb imansızlığın sekeratlarıyla boğuşuyorsa, nifak, riya, kibir, mal ve makam hırsı gibi çeşitli hastalıkların pençesinde kıvranıyorsa işte bu kalb sahibinin ne bedenî ne de malî amellerinin salih olmasının imkanı yoktur. Salih olarak gözüken ameller bile içinde bin bir türlü muzır bulundurmaktan hali değildir.
Yukarıya aldığımız ayet-i kerimenin tefsiri hakkında Muhammed Hüseyin Fadlallah;
“Ehl-i kitap, özellikle de Yahudiler, kendileri dışındaki milletleri hakir görmelerinden dolayı onların kanları, ırzları ve mallarının korunması hakkında hassasiyet sahibi olmamasının ötesinde kendilerine helal görüyorlardı. Bu sebeple onların mallarını istimlak etme hatta ırzlarını çiğneme ve kanlarını heder etme konusunda her türlü yolu kendilerine mübah görüyorlardı. Tabi güç yetirebildiklerine… (Tıpkı bu zamanın gelişmiş, teknolojik olarak ilerlemiş devletlerin kendilerinin tabiriyle 3. Dünya ülkelerine davrandıkları gibi…)
Bu ehl-i kitabın bazı tefsirlere göre Yahudilerin inanç temelli genel durumlarıdır. Mevdudi Tefhimü’l-Kur’an tefsirinde yukarıya aldığımız ayet-i kerimeyi tefsir ederken Talmud’dan alıntıda bulunarak şöyle bir yorumda bulunuyor:
“Onlardan sadece Yahudilerle olan ilişkilerinde adaletli olmaları isteniyor ve Yahudi olmayan birinin mülkünü gaspetmekte bir beis görülmüyordu. Bu inanç sadece cahil Yahudi yığınları arasında yaygın değildi. Bilâkis bütün dinî sistem, İsrailliler ve İsrailli olmayanlarla kurulan ilişkilerde tamamen farklı davranmaya müsaade edecek bir şekilde yoğrulmuştu. Onların ahlâkî değerleri belli bir tür davranışı İsrailoğulları’ndan birine karşı yapmayı yasaklıyor, fakat Yahudi olmayan birine karşı o şekilde davranmaya izin veriyordu. Aynı şey bir İsrailli için doğru oluyor; fakat İsrailli olmayan biri için ise yanlış kabul ediliyordu. Örneğin tefecilikle (faiz) ilgili kanun şu şekilde ifade edilmiştir: “Bir yabancıya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize faizle borç vermemelisiniz.” (Tesniye, 23;20)
Talmud’da denilmektedir ki: “İsmail’in Rabbi diyor ki: Eğer bir ümmi ile bir İsrailli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve “Bu sizin kanununuza göredir” desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, “İsrailli olmayanların zaaflarından yararlanın“ diyor.” (Talmudic Mıscelleny. Paul İsaac Hershum. 1880, London. Sh. 37, 210-221)
Görüldüğü gibi Yahudiler kendilerinden olmayanların her şeylerini kendileri için mübah kılacak şekilde Allah’ın şeriatını yoğurmuşlar. Ve bu onların temel inancı haline gelmiş. Onların sosyal yaşamları bu doğrultuda evrilmiş, ilişkileri buna göre şekil almıştır. Müfessirlerin hemen hepsi bu konuda müttefiktirler.
Ancak ehl-i kitabın özelde de Yahudilerin hepsini böyle görmek doğru değildir. Zira ayet-i kerimenin sarih işaretiyle;
وَمِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ اِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّه۪ٓ اِلَيْكَۚ
(Ehl-i Kitap’tan öyle kimseler vardır ki, sen onlara kantarlarca altın emanet etsen onu tastamam sana iade ederler.) Fadlallah bu ibare hakkında; “Kişisel karakteri, aldığı terbiye veya ruhi bazı yansımaları gereği inancının kendine telkin ettiği hileleri kulak arkası eden şahıslar da vardır. Ve bunlar tıpkı iman ehli gibi emin olup emanetlere riayet edebiliyor.” Mealinde bir yorumda bulunuyor.
Görüldüğü gibi iman insanın karakterine yön verdiği gibi insanın toplumsal yaşamında başkasına karşı tavırlarından kendisine olan saygısına kadar her şeyini şekillendiriyor. Hatta Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bazı konularda “Allah’a ve ahiret gününe iman eden” diyerek sergilemesi gereken tavrın nasıl olması gerektiğini mümin bireylere telkin ediyor. Bazen de toplumu ifsad eden bazı muzır fiiller için “mümin olduğu halde yapamaz” diyerek iman ile bazı fiillerin kesinlikle bir arada bulunamayacağına işaret ediyor. Bazen de kendisine mümin böyle bir şey yapabilir mi? Sorularına “asla” demek suretiyle müminin sergilemeyeceği davranış ve ahlaklara işaret ediyor. Bütün bunlar da bir bütün olarak İslam’ın sosyal yaşantısını şekillendiriyor. Müminin sosyal yaşamının rehberi oluyor. İslam’ın kısa sürede uzak doğu ülkelerine kadar ulaşması ve buradaki müşrik toplumları hidayet dairesi içine alması müminin sergilediği bu tavırlar sayesinde olmuştur.
Konumuzu İmam Cafer-i Sadık’ın şu sözü ile bitirelim:
“Üç şey vardır ki Allahu Teala bu konuda hiç kimseye özür bırakmamıştır.
Emanetin ister facir olsun ister (birr sahibi) mümin olsun sahibine iade edilmesi
Verilen ahide, ister facire verilmiş olsun ister (birr sahibi) mümine verilmiş olsun vefa gösterilmesi
İster facir olsunlar isterse (birr sahibi) mümin olsunlar ebeveyne iyilikte bulunması
Allah hepimize sahip olduğumuz yüce ve ulvi değerlerin farkına varıp insanlığın zirvelerinde gezinmeyi nasip etsin. Ve bizi İslam’ın lehine sancaktarlık yapan seçkin bireyler kılsın, aleyhine değil…