Hayata, topluma, dine sahih bir anlayışla bakamayan zihinlerin birçok konuda olduğu gibi kadın-erkek denkleminde de dengeyi koruyamadığı bir vakıa.
Üstünlüğün takva tartısıyla değil de fiziki/ maddi kuvvet ile ölçüldüğü bir zihniyette ise kadının erkeğe göre daha fazla ezildiği tartışma götürmez bir gerçekliktir. Ancak zulüm üreten güçlünün çarkında kadın-erkek hep birlikte öğütülürken çarkın başındakiler de yalnızca erkek değildir.Tam bu noktada zalim-mazlum denkleminin taraflarından birine erkek, diğerine kadın cinsiyetini koymak, yaşadığımız devasa sorunları anlamada ve çözüme kavuşturmada asla kullanılamayacak bir formüldür. O halde yaşadığımız sorunları salt kadın çerçevesinde değil 'Müslüman kadın' bağlamında değerlendirmenin daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim. Merve Kavakçı alkışlarla mecliste protesto edilirken yanında yada karşısında yer alanlar başörtüsünün yanında yada karşısındaydı, bu cinnette cinsiyet asla belirleyici değildi.
Kur'anda Firavun'un karısı övülürken, Hz. Nuh'un eşi'nin yerilmesi dikkate alındığında ölçüyü tespit etmek kolaylaşacaktır. Kadın olmak kimlik belirlemede başat bir ölçüt değildir eğer aksi bir iddia var ise bunun adı feminizimdir.
Bireyin hayatına yön vermede kullandığı temel kriterler kişinin kimliğini belirler. Bu nedenle bir Müslüman için cinsiyet temelli bir kimlik oluşturmak kabul edilemez. Cinsiyet, Rabbimizin ayetlerindendir; ancak bu farklılık üzerinden dünya görüşü üretmek bizi yanlış mecralara sevk edecektir. Buna rağmen geleneksel şablonlar insanı ezerken kadını bir kat daha fazla ezdiği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Aynı şekilde modern hurafelerin de kadını sömürdüğü bir vakıa. Yine de kadının yaşadığı artı zulümlerle mücadele ederken karşı cephede 'erkek' değil çarpık zihniyetler olduğu unutulmamalıdır.
KİMLİK VE BAŞÖRTÜSÜ
Yaşadığımız coğrafyada karşı karşıya kaldığımız başörtüsü yasağı gerekçesi yukarıda yaptığımız vurguyu destekler mahiyettedir. Kadın olduğumuz için değil Müslüman kimliğimiz dolayısıyla bu zulme muhatap olduk. Başörtüsü yasağı bizlere 28 Şubat darbe sürecinin hala aşılamayan bir hediyesi. AB'ye giriş süreciyle bazı tabular en azından tartışılmaya başlarken başörtümüzün hala yasak olması iyi tahlil edilmesi gereken bir durum.
Bu ülkede yaşayan Müslüman çoğunluğun azınlıklara gösterilen hassasiyetle ters orantılı biçimde haklarının gasp edilmesini nasıl açıklayabiliriz? Bu can yakıcı sorunun çok farklı boyutlarda ayrıntılı tahlilini yapmak mümkün.
Halkın derin sessizliğinden, darbe geleneğine ve STK'ların yeterliliğine kadar pek çok konu bu tahlilde yer alabilir. Bizim burada değinmek istediğimiz büyük ümitler bağlanan hükümetin, sorunu çözmede gösterdiği pasif tutumla ilgili olacak.
HÜKÜMET VE BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI
Ak parti hükümeti başından beri başörtüsü yasağını öncelikli sorunu olarak görmediğini ifade etmiştir. Bu açıklama çözüm bekleyen çoğunluk tarafından anlayışla karşılanmıştı. Hükümetin yapacağı bir şey varsa zamanı geldiğinde mutlaka sorunu çözecektir, beklentisi giderek etkisini azaltsa da devam etmektedir. Bu durum ise meçhul bir zamana çözümü ertelemek demektir.
Başbakan sorunu gerginlikle değil 'toplumsal mutabakat'la çözmek istediklerini ifade etmiştir. Seçimler toplumsal mutabakatı göstermemiş midir? Eğer mutabakatla kastedilen derin güçlerin iknası ise bin yıl da olsa irtica ile mücadelemiz sürecektir, diyen bir zihniyetin iknası mümkün mü? Soruları arttırmamız mümkün fakat tatmin edici cevapları almamız zor görünmektedir.
Bir tv programında Tayip Erdoğan başörtüsü yasağının önünde aşılması zor kaskatı bir yapı olduğunu vurgulamıştır. Bu yapının en azından vakıf üniversitelerinde başörtüsüne izin vermesi gerektiğini ancak bunu bile talep etmenin gerginlik yaratacağı endişesini taşıdığını vurgulamıştır. Bu açıklamalar ise yeni umutlar yaratmamakta aksine beklentileri boşa çıkarmaktadır. Kaldı ki sadece parası olan başörtülülerin okuyabileceği vakıf üniversitelerinde serbestlik, ancak bir adım olarak değerlendirilebilir; çözüm olarak düşünülemez.
Bütün bu açıklamalarda dikkati çeken husus ise bir başbakanın bile mağdur konuma düşürülmesidir. Bu ise ülkenin en can yakıcı sorunudur. Ayrıca hükümetin halktan ve STK'lardan destek göremediğini söylemesi ilginçtir. Hükümet bu konuda adım atarsa beklenen desteği fazlasıyla bulacaktır. Erteleme devam ettikçe sorunun daha da derinleştiği görülmelidir. En son yaşanan davetiye krizi buna bir örnektir. Bu yıl Sezer'in davetiye göndermediği kişiler arasında geçen sene davetiyelerini iade ederek uygulamayı protesto eden milletvekilleri de yer almaktaydı. Bu resepsiyon krizine karşı hükümetten beklentimiz haksızlığa karşı kendi eşlerinin İslami, insani ve şahsi özgürlüklerini savunmaya başlayarak ciddi bir tepki göstermeleridir. Elbette bu savunma halkası genişletilerek yasak sona erdirilmelidir.
Kamuoyunda yasağın tartışılmasıyla ilgili en moda kavramlardan biri kamusal alanözel alan ayırımı olmuştur. Başörtümüz özel alana hapsedilmeye çalışılmış ve özel alan kavramı giderek daraltılmıştır. Bize göre bu kavram yasağı meşrulaştırmak için kullanılan bir şablondur ve Müslümanlar farklı tanımlarla da olsa bu ayrıma başvurmamalıdır. Çünkü bu ayrım endüstri devrimiyle gelen modern bir ayrımdır. Bizlerin referansı ise evrensel olan Kur'an ve Rasul'un uygulamalarıdır.
Müslüman kadınlar olarak İslami kimliğimizin göstergesi olan başörtümüzü sadece şekilsel olarak değil içerdiği değerlerle birlikte korumalıyız.
Zira içeriği boşaltılmış, defilelere konu olan bir başörtüsü, uğruna mücadele vermeye değmeyecek, aksesuardan öteye gitmeyen bir bez parçası olur ancak. İmanını bilinç düzeyine çıkarmış Müslüman kadınlar için ise başörtüsü, imanımızın ve küresel zulme alternatif oluşumuzun bir sembolüdür.
İnzar Dergisi