“YENİDEN DOĞUŞUMU, 1967 OLARAK ADLANDIRIYORUM”
Hasan Tahsin ve Ümran Hanımın kızı olarak dünyaya geldiniz. 29 Mayıs 1938 Kayseri doğumlusunuz. Teseddüre girdiğiniz 1967’yi mi tevellüdünüz olarak kabul edebilir miyiz? Hayatınızın belli bir dönemini, çocukluğunuzu, gençliğinizi hiç yaşanmamış sayıyor musunuz?
1965 diyelim hidayeti. Çünkü İslami yazılarıma 1967’de başladım. Ama 1965’te tamamen örtünmüştüm. O iki senede de Risale-i Nur derslerine devam ettim. Yazı hayatıyla ilgilenmedim. Sonra 1967’de başladım. O zamanlar İslami bir gazete yoktu. Bugün ve Sabah Gazetesinde yazdım. Bugün Gazetesinde günlük köşem vardı. Yeniden doğumumu 1967 olarak adlandırıyorum. Keşke öncesi hiç yaşanmasaydı ama o yaşanmış hayatımı hiç yaşanmamış kabul etmek istiyorum. 1965’ten sonra doğdum, diyebilirim.
“SONRADAN HİDAEYETE ERENLER, AİLEDEN GELME TESETTÜRLÜDEN DAHA ŞUURLU”
“Bu öyle delice bir aşk ki, ters kimseler olduğumuz halde bütün ailem dönüş yaptı sonradan” diyorsunuz. Dönüş veya uyanış için mucize bekleyen insanlar, Allah’a yönelip de büyük günahlar işleyenlere göre daha mı şanslı?
Evet. Çünkü onlar, daha önce kendi durumda olanları çok daha iyi anlarlar. Ve onların halet-i ruhiyelerine hakikatleri aktarmaya başlarlar. Hem de bu sonradan hidayete erenler, geleneksel aileden gelme olan tesettürlülerden çok daha şuurlu, bilinçli oldukları için. Çünkü onlar aileden gelen görgüyle hareket ederler.
“HER BAŞ ÖRTÜLÜ OLAN, İSLAM’I YAŞIYOR DEMEK DEĞİLDİR.”,
“TESETTÜR FARZDIR”,
“BAŞ ÖRTÜSÜ HAKİKATEN BİR SEMBOL”
Emine Erdoğan’ın örtünmesinde ne kadar etkili olduğunuzu biliyorum. Bu tanışmadan nasıl etkilendiğini şu cümlelerle ifade etmişti: ”Bir Müslüman hanımın; hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm” Bir Müslüman Hanımın temel özelliği ne olmalıdır, başını örtmek görevlerinin arasında nasıl bir önceliğe sahiptir?
Başını örtmek olarak öncelikle almamalıyız bunu. Çünkü tesettür, sadece baş örtmek değildir. Her baş örtülü olan, İslam’ı yaşıyor demek değildir. Bunun örneklerini çok görmekteyiz. Bir tel göstermiyor ama başını tam örtüyor ama İslam’a aykırı ne varsa; kıyafetinde, makyajında, hepsini taşıyor ve biz bu duruma gelmesine çok üzülüyoruz. Çünkü tesettür bu değildir. Tesettür, kadının cazibesini, güzelliğini, teravetini gizlemesidir. Tesettürün manası zaten, Sitr’den geliyor, Arapça bir kelime. Sitr, örtmek demek. Kadının vücut hatlarının belirtilmesi, karşı cinse karşı, kadın lehine, yaratıcımız tarafından sunulan güzel bir önlemdir ve emirdir. Diğer farzlar nasılsa, tesettür de öylesine farzdır ve Kuran’daki emirdir. Dolayısıyla baş örtüsü hakikaten bir sembol. Bugün ve dünden itibaren bir sembol. Ama tesettürün bütünü değil, bir parçasıdır.
“TESETTÜRDE, ZARAFET ÖNDE DEĞİLDİR”
Sizin sanki daha çok okumuş, şehirli, kültürlü, maddi gücü yerinde olan genç kızların başlarını örtmeye başlamalarına yardımcı olduğunuz fikri çok yaygın. Hedeflediğiniz kesim gerçekten onlar mıydı? Zor olanı seçtiniz diyebilir miyiz?
Çok yanlış. Çünkü eğer öyle olsaydı, ben Türkiye’nin sadece şehirlerinde konferans verirdim. Ben Anadolu’ya girdim, doğuların en doğusuna gittim. Ben Türkiye’yi 3,5 kere; illeriyle, ilçeleriyle, kazalarıyla, köyleriyle dolaştım. O toplumda şehirde de rastladığımız oluyordu ama köylerde çoğunlukla tabi. Geleneksel örtü dediğimiz, fakat bilinçli, şuurlu değil, ya önden görünüyor, ya da tamamen kapatmış arkadan örgüleri çıkıyor, ya boyunlar açık. Yani tesettür; hem sınırlarıyla, ölçüleriyle hem de o günkü şartlara göre biz zarafeti aldık. Aslında tesettürde, zarafet de önde değildir. Kadını çekicilikten kurtarıp, biraz da itici…kime karşı? Kendisine görünmesi helal olan; eşi, kardeşi, babası, amcası, dayısı sayılan 14 kişinin haricinde(Nur süresinde geçer) diğer yabancı erkeklerin nazarından sakınmak. Çünkü bu nazarların içinde, hiç yadırmayacağımız nazarlar olduğu gibi, son derece yadırgayabileceğimiz, kadına daha başka gözle bakan, bu yerlerin dışında kalan, bacaklar, kollar vs çıplak olan yerlere daha bir şehvetle bakanlara karşı kadını korumak içindir tesettür. Biz bunları anlatmak istedik. Çünkü anlatılmıyordu bunlar. Kadınımız tamamen bilinçsiz…
“KENDİ ZAMANIMIN FİRAVUNLARIYLA MÜCADELE ETTİM”
Başbakan Erdoğan’ın karanlık dönemlerde yaşadığınız zorlukları içeren bir konuşması olmuştu. Yargılandınız, işkence gördünüz, yıllarınız hapishanelerde geçti. Peygamberimizin veya ashabının çektiklerine erişme arzusu duydunuz mu? Mücadeleniz nerelere varsaydı da, geri dönmezdiniz? “Müslüman olmadığınızı” size söyletmeye çalışan bir düzenle mi savaştınız? Kendi zamanlarının firavunlarına karşı mücadele eden bir insan mıydınız?
Evet aynen, fazla konuşmaya ihtiyaç yok. Her bir sorunuzun cevabı, sorunun içindedir.
“EN BÜYÜK GALİBİYET, GERÇEK İSLAMİ HAYATIN BENİMSENMESİDİR”,
“CEMİYETİN KURTULUŞU; İSLAM’DADIR”,
“DİNİMİZ, ÇAĞLAR ÜSTÜDÜR”,
“Ebu Cehil birdi dün, bu günse binlercedir, Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “diyorsunuz. Bugün Müslümanlar için alınacak en büyük galibiyet, şeriat mıdır?
“Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “Zaten o gayeyle, o aşkla çıkıyorsunuz. Çok kritik bir soru. En büyük galibiyet, gerçek İslami hayatın benimsenmesi. Cemiyetin kurtuluşu da onunladır. O kadar içinden çıkılmaz, o kadar keşmekeş bir hale getirilmiş bir cemiyet ki, ama Allah dilerse neler olmaz, onu da bilemiyoruz. “Şeriatçılar, şeriatı getirmek istiyor” deniyor ama bunlar zaten hep ezmek için kullanılan korkutucu unsurlar. Hep çekindik. Bir çok dava insanımız dahi hep bundan çekindik. Ben onu hiç ağzıma almadan, ama almış gibi hareket ederek yürüdüm. İslam ve İslam’ın hükümleri yalnız bir veya birkaç asra münhasır değildir, çağlar üstüdür dinimiz ve Resullah a.s. irtial ettikten sonra da olsa, artık bir peygamber gelmeyecek, artık bir kitap gelmeyecek ama Allah’ın getirdiği kanunlar, bizi kıyamete kadar aynı dirilikte, güzel, yüksek vasıflarla yaşatacak kanunlardır.
“KURTULUŞUMU, BEDİÜZZAMAN’A BORÇLUYUM”,
“TESETTÜRÜ, RİSALE-İ NURLARDA GÖRDÜM”
Peki Allah’a ulaşmakta, Bediüzzaman’dan, Nakşibendi’den…bunun gibi yan unsurlardan yararlanmanın gereği nedir? Kurtuluşunuzu Ağabeyinize mi, yoksa dolaylı yoldan Bediüzzaman’a mı borçlusunuz?
Bir vesile Bediüzzaman Hazretlerine de borçluyum. Ağabeyim onun vasıtasıyla olduğu için, bize de hep onun öğrettiklerini aktardı. Çünkü biz ne Kuran’ı biliyorduk, sadece okumasını değil, bizim için inen ayetlerin ne olduğunu bilmiyorduk, biz tesettür ayetinden dahi haberimiz yoktu. Ben tesettürü, risale-i nurlarda gördüm ve onun üzerine düşündüm. Ve o zamanlar da başka eserler de, yayınevleri de yoktu. Bir Hasan Basri Çantay bir de Sönmez…vs
“ÇARŞAFI SEVE SEVE GİYDİM”
Sizin tasvip ettiğiniz örtünme modeli daha kapalı olanı mı, giysi şeklinde bütün mü olmalı? "İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" dediğiniz halde, Dr. Sevim Asımgil ve Nakşibendi çevresi nedeniyle çarşaf konusundaki fikriniz değişti galiba? Çarşafın İslamiyet’teki yeri nedir?
Değişti evet. Çarşafın İslam’daki yeri, Arapça’da, “Cilbab” olarak geçer, tesettür. Ve Ayet-i Kerime de de tekil olarak “Cilbab” tır ama çoğul kadınlar olunca,”Celâbib” olarak geçer. El- Ahzap süresi, 59.ayet-i kerimede, “Dışarıya çıkacakları zaman üzerlerine cilbablarından alıp, örtünsünler” buyuruyor. Çünkü orada tepeden aşağıya bütün. Türkiye’de ama, belden sıkıyor, üstten bolluk geliyor. Bu neden oldu? Çünkü Arabistan gibi memleketler, “Memaliki Harre” diye geçer, bizim gibi rüzgarı, kışı olan memleketler ise, “Memabili Bürde”. Memaliki Harre, sıcak ülkeler için geçer. Memaliki Bürde ise soğuk olan ülkeler. Sıcak olan ülkelerde tabi ki kadının kıyafeti öyle. Ama rüzgarlı, soğuk ülkelerde onu giydiğiniz zaman bir rüzgar esince, elbise başına geçer. İşte çarşafın, o belden sıkıp, hatları da belli etmemesi için, arkası bol şekli verilmiş. Onu alsanız, diğerleri gibi Cilbab olarak dümdüz inecek. Memleket, iklim şartlarına göre değişebilen bir şey bu. Bir çok memlekette başka isimlerle de geçer ama yine de tepeden, topuğa kadar bir örtüdür, kadını bütünüyle gizleyecek. Evinin dışında, namahrem olmayan erkekler için giydirilmiş bir kıyafet bu, serkeş insanlar arasında eziyet görmemesi içindir, diye geçer ayette. Çarşafın ilk çıkışında, toplumun halet-i ruhiyesini düşünerek hareket ettik. Ama daha sonra artık örtünenler çoğaldı, örtünme yayıldı. Ben hem bir önderim( öyle görünüyorsunuz) siz ne yaparsanız o taklit ediliyor. Onu dedim:” Ben burada kalacak mıyım?” Çarşaflı, ilim sahibi, yüksek tahsilli avukat, doktor hanımların bulunduğu ortamı da görünce, ben kendimden utandım. Bu sefer ben aciz kaldım. “Benim toplumumuzu bir yere getirme fonksiyonum olması icap ederken, ben aksine, beni çoktan geçmiş, meselenin aslına ulaşmış ve tatbik sahasındaki insanların arasında ben kötü örnek oluyorum” dedim. Ve bundan rahatsızlık duymaya başladım. Onun için de seve seve giydim. Allah affetsin, cehalet nedir, bilmemektir, bilmediğimizden dolayı da, düşmandık.
“ŞİMDİ İMAN İLE KÜFRÜN EN MÜTHİŞ SAVAŞINDAYIZ”
“TAYYİP ERDOĞAN’IN BAŞ ÖRTÜSÜ KONUSUNDAKİ ISTIRAPLARINI BEN ÇOK İYİ BİLİYORUM”,
“TAYYİP BEY, BAŞ ÖRTÜSÜ MEVZUSUNUN PEŞİNİ BIRAKMAZ”
Merve Kavakçı size, “BM Türkiye’deki başörtüsü yasağını bir insan hakkı ihlali olarak kayıtlara geçecek bundan sonra!” müjdesini verince “Durmayacak benim kızlarım, durmayacaklar!” diye tepki vermişsiniz. Sizce başörtüsü konusunda pes edilen noktada değil miyiz? Artık Ak Parti de çare bulamıyorsa, vazgeçelim denilen nokta mı baş örtü mücadelesi?
Amerika’dan telefon açmıştı. Hayır. Siz Tayyip Bey’e bakmayın. Onun içinde acı var. Bu yöndeki ıstırapları ben çok iyi biliyorum. Ben baş örtüsü çözülecek ümidindeyim. Tayyip Erdoğan’ı tanıdığım kadarıyla değil de, adım gibi biliyorum. O bunun peşini bırakmaz. Farkındaysanız, birden bire atılımlar yapmıyor. Baş örtüsü meselesini kanunlaştıracaktı ki, Anayasaya gitti. Zaten adımının biri Anayasa Mahkemesinde.
“ŞEYTANDAN VE SİYASETTEN ALLAH`A SIĞINIRIM”,
“TAYYİP ERDOĞAN, BAYAĞI TAVİZ VERDİ”
Ahmet Hakan sizi, baş örtülü milletvekili adayı olarak takdim etmişti. Türbanın ilk ateşleyicisi olarak, neden mücadelenizi siyaset meydanında sürdürmediniz? O zaman o ateşiniz daha çok yere sıçramaz mıydı? Sadece Adalet Partisi Gençlik Kolları Başkanı olmak ve MSP’ye destek olmak dışında siyasetten dininizi mi, kendinizi mi korudunuz?
Hidayetimden sonra ilk hedefim, bu milletin kaybettiği değerleri yerine koymaktı. Siyasette al aşağı edilirsiniz, her türlü çalkalanmalar olur ve benim ders aldığım Bediüzzaman Hazretlerinin de bir sözü vardır:” “Euzûbillahi mineşşeytani vessiyase” yani “Şeytandan ve siyasetten Allah`a sığınırım” Siyaset bazı şeylere, sizi mecbur ediyor. Tayyip BEY’in bunu tercih etmesi, çünkü o da bir dava insanı, ama onun yolu siyasetle, çünkü milletin hali hazırdaki durumu ve geleceği ile ilgili çok büyük bir misyon yüklenmiş bulunuyor. Ben hiçbir zaman bunu hedef almadım. İlk dalışım, siyasetle oldu, AP devrinde milletvekili adayı olarak bile gösterdiler. İslami hüviyete büründüğüm zaman siyasetin içinde yer alamazdım çünkü ben, parti içinde de bazı şeyleri gördüm. Midem bulandı. “Ben bu siyaseti yapamam” dedim ama yapabilecek kişilerin alnından öpmek lazım. Kendinden taviz vermeden…Ki çok zaman da veriliyor. Mesela Tayyip Bey bayağı verdi ama onun acısını ancak bizler anlıyoruz. Bazen dertleştiğimiz olurdu, anlatırdı.
“İSLAM; HAREKETTİR, CEVAALİYETTİR”,
Peki dindar nesil konusuna ne diyeceksiniz? Dindar nesil yetişmeli, dedi, bütün Türkiye ayaklandı.
Ya, ne büyük kıyamet değil mi? Sanki Rahibeler inzivaya çekilmiş gibi. Sanki bütün imanlılar rehavet içinde, herkes sanki o hale girmeliymiş gibi bir şey sergileniyor. İslam o değildir. İslam, harekettir aynı zamanda. Cevvaliyettir. Ve bunların en iyileri safhasında olandır, örnektir. Onun için değil midir ki, onca fetihler yapıldı, onca başarılar elde edildi. Bugün hala işlerine gelmiyor ama araştırıyorlar, bu Osmanlı bu kadar milletlerin hepsini hiçbir fark göz etmeden nasıl bir arada tutabilir, diye. Bizim düşmanlarımız tarafından dahi, bu kadar büyük hayranlığa sahibiz. Bunlar kendi içimizde, hiçbir zaman kendi değerlerimizi taşımayan insanlarımızın düşünceleri.
“DİNDARLIKLA ALAY EDİLİYOR”
Yoksa ki dindar nesil bizi ihya edecek mi diyorsunuz?
İhya edecek tabi. Dindar olmak, onun vazifelerini, vasıflarını engelleyen bir şey değildir ki, dindar olmak, o imanı yaşamak, o imanla Allah’ın gösterdiği yolda gitmektir. Onlar dindarlığı mescit köşelerinde, seccade üstünde, tespihle ilgili görüyorlar. Yani dünya ile alakasını kesmiş, kendi tabirleriyle, alay edercesine, “Allahlık insanlar”
“DİNDAR NESİL, AKTİVİTESİ ÇOK OLAN NESİL DEMEKTİR”,
“BUGÜNÜN ATEİSTİNE DE, KOMÜNİSTİNE DE ACIYORUM.”,
“İSLAMİ DEĞERLERE SAHİP BİR GENÇLİK OLSA, ÜLKEMİZ İHYÂ OLUR”
Dindar neslin ülkemize faydaları neler olur?
Her yönden olur. Değil pasif, aktivitesi çok olan bir nesil anlamına gelir. Çünkü İslami değerler, insana o aktiviteyi kazandırıyor. Başka türlü olamaz, yoksa kıymeti olamaz zaten. Yani ben rahat yatağımda yatsaydım, güzel uykularımı uyusaydım, o değeri kazanamazdınız, hiç kimsenin kalbinde yer edemezdiniz. Ben değil sadece bütün emek verenler, emek veren kişiler de…Hem örnek insan olacaksınız, hem de İslami değerlere sahip bir gençlik olsa, ülke baştan başa ihya olur. Hatta belki de o ateisti, komünisti çok da azalır. Kendileri yapamazlar ama hayranlık duyacakları insanlar artar. Bunlar hayal değil. İnanın böyle olur. Bugünün ateistine de komünistine de acıyorum. Yazık edildi bizim milletimize. Neler aşılandı? Hadi biz kurtulanlardan olduk, aşanlardan olduk, gözümüz açıldı. Ya bir de o imkanlara sahip olamayan, kendi çevrelerinin içinde yoğrulan kişiler? Ve devamlı Milli Eğitimin, İslam’ı hakir gösteren yazıları….Eski yazı ile alaylar…Eski idare ile alaylar…Çarşafa karşı…Sakala karşı…Toplum öyle yetiştirildi. Onun için biz kendimizi şanslı olanlardan hissediyoruz ama onlara da acıyoruz. İnanın benim namazlarımda müminlerden çok duam, o gibileredir.
Dönüşü, kurtuluşu var mı?
Var, hidayet dediğimiz şey odur. 180 derece oluyor. Hem de köklü Müslümandan daha şuurlu oluyor.
“DİNDAR NESİL İÇİN AİLE VE DEVLET EL ELE VERMELİ”
Dindar nesil yetiştirme görevini en çok aile mi, devlet mi üstlenmeli?
Her ikisine de düşüyor. Elele verecekler tabi. Aile, insanın, yetiştirildiği toprak. İlk bilgiler, ilk alışkanlıklar anneden gelir. Ailede yoksa, okuldan almalı. Öyle aileler görüyoruz ki, tamamen ateist, dine karşı, düşman, çocuğu da öyle yetiştirilmiş ama okulda bir İngilizce hocası çıkıyor, adam süper şuurlu, dersin yanı sıra onlara bir çok şeyleri anlatıyor. Çocuk hayran oluyor, dünyası değişiyor ve ailesine karşı çıkacak bir seviyeye ulaşıyor, aileyi bile döndürebilecek duruma geliyor.
Acaba bir çocuk mu aileyi değiştirdiğinde, bir çocuğu mu aile yetiştirdiğinde daha mübarek oluyor?
Benim ağabeyim, bizi değiştirdi. Çocuk, anneyi babayı dahi değiştirdi.
Peygamberimizin sizin de çok kullandığınız bir sözü var, ‘Giyinik çıplaklar’ diye. Eskiden annelerimizin, anneannelerimizin kapanış şekli daha muhafazakar olmasa da, bugün de sanki tam yerini bulmuş değil. Bu zihin karışıklığını neye bağlıyorsunuz?
İslami bilgisizlik. Eğitimsizlikten, bilgisizlikten. Geleneksel İslam içinde yaşayanlardan, o şuuru bekleyemezsiniz.
“HİDAYETİMİZE KADAR ÇOK KOYU ATATÜRKÇÜYDÜM”,
Özdemir İnce, “CHP’nin tek tip insan ürettiği gerçeğe aykırı bir toptancılıktır” diyerek, komünistin, liberalin mürteci (irticacı), saltanatçı, halifecinin de içinde bulunduğu bir koalisyon partisi olduğunu, Cumhuriyet’in okullarında okuduğunuzu belirterek, sizin de bu oluşumun içinden geldiğinizi yazmıştı. Siz kendinizi Cumhuriyetçilik veya Atatürkçülüğe ne kadar yakın buldunuz, ne kadar içinden geldiniz?
Ben hidayetimize kadar, hatta hidayetimize yakın zamana kadar, 12 yaşına kadar Atatürkçüydüm. Ağlardım, canımı verirdim. “Onun parçalanan ciğerlerinin yerine ben ciğerlerimi veriyim, onun yerine ben gideyim” diye nasıl ağlardık radyonun başında. Ama ondan sonra hakikati o büyük ağabeyim vasıtasıyla öğrendik, hem anlattı, hem bazı kitaplar, dergiler falan getirdi, inanamadım, önce ağabeyime düşman gözüyle baktım, sonradan her şey dile geldikçe, “Eyvah nasıl aldatılmışız, nasıl bu kadar kör olabilmişiz” şeklinde şaşkınlıklarımız oldu. Daha sonra bizzat araştırmalarla bu perçinlendi.
“MEMLEKETİ YÖNETENLER HATASIZ, KUSURSUZ OLMALIDIR”,
haberx