Batı’nın dinle ilgili tarihsel tecrübesinde, önce “ret” sonra “kabul”, sonra tekrar ret ve şimdi de “arayış” dönemi söz konusudur. Pagan döneminde, yani Hıristiyanlığın yayılmasından önce, hem Doğu Roma hem Batı Roma’da, özellikle de kuzey kavimler arasında yaygın bir inkâr vardı. 330 yılında, Roma’nın Hıristiyanlığı resmi din olarak kabulünden sonra, kabul ve dindarlık dönemi başladı. Daha sonra ikinci ret dönemi başladı. Aslında dinin geri gelişi, dini arayış dediğimiz konu, bu ret ve inkâr zemini üzerinde yükselmektedir. Avrupa’da reddedilen Tanrı ve din fikri, bir bakıma yeni bir din ve Tanrı arayışının da bir göstergesi olarak görülebilir. Nitekim Aydınlanmayla beraber, Rönesans’tan sonra, Batılı/Avrupalı insanın aklına düşen şüphe, Tanrı’ya ve dinin kendisine ilişkindi. Dolayısıyla reddedilen ve üzerinde Aydınlanma ve Pozitivizm inşa edilen, sonra Materyalizmle kaba bir şekle dönüşen bu ret ve inkâr, Batı’da yerleşik olan din telakkisinin ve Tanrı fikrinin reddi olarak tarihe geçti.
Peki, varlığı reddedilen nasıl bir tanrıydı? Dinlerde, inanç sistemlerinde ve akidelerde, o dinin, akidenin sahihliğini, yaşanabilirliğini, genel kabul görme özelliğini tayin eden şey, onun ulûhiyete ilişkin tasavvurudur. Bu tasavvur ya o dini uzun süre kalıcı kılar ya da kısa süre sonra tedavülden kalkmasına sebep olur. Batı’nın reddettiği Tanrı, her şeyden önce insanda bedenlenen bir tanrıydı. İslam’la mukayese edildiğinde, münezzeh bir Tanrı değildir bu; çünkü İslam’ın ulûhiyet inancında temel ilke tenzihtir. Allah münezzehtir, yani kulların isim ve sıfatlarından, özelliklerinden; kulların ona yakıştırdığı sıfatlardan, varlıktan, varlığın etkisinden münezzehtir. O mutlak İlahtır, Vacibu’l vücuttur ve Zat’tır. Burada önemli bir nokta var, altını çizmemiz gerekir:
Zat’ın ne olduğunu, mahiyetini bilmemiz mümkün değildir. Nasıl ki, görme ve işitme kapasitemizin bir sınırı varsa, aklımızın, idrakimizin de bir kapasitesi vardır. Dolayısıyla Zat, bizim kavramaktan aciz olduğumuz bir varlık ve mahiyettir. Batı’da Tanrı, bedenlenen bir Zat’tır ve ilk reddedilen şey de budur. Reddedin zihnin ilk sorusu şudur: Tanrı, neden münezzeh değildir, nasıl olur da insanda bedenlenip, hem insan hem de Tanrı bir arada olabiliyor?
İkinci olarak Batı’nın reddettiği Tanrı, akla karşıdır. Mesela matematiksel olarak 1+1+1=3’tür, fakat Kilise öğretisine göre, 1+1+1=1’dir. 1 aynı zamanda 3’tür; 3 aynı zamanda 1’dir; yani bu Tanrı, sadece akli kavrayış ve kabule değil, matematiğin kurallarına da aykırıdır.
Üçüncü olarak reddedilen Tanrı, özgürlüğün, insanın masum isteklerinin ve duygularının önüne engel teşkil etmektedir. Tabii ki bu, -hâşâ- Hıristiyanlığın özünden, yani Hz. İsa’nın tebliğ ettiği, vahyedilmiş İncil’den kaynaklanan bir durum değildi. Bu, Greklerin Tanrı anlayışının Hıristiyanlığa tercüme edilmesinden kaynaklanıyordu. Çünkü Greklerde Tanrılar, insana karşıydı ve insanın özgür olmasını istemiyorlardı. Grek inanışı, Hıristiyanlığa tercüme edildiğinde, benzer bir konumda rol oynadı.
Dördüncü olarak Batılı zihnin reddettiği Tanrı, insanları her hata ve günahında, ebedi cehennem azabıyla korkutup durmaktadır. Bu Tanrı fikrinde insan, günahkâr olarak doğmuştur. Kendi çabasıyla günahını affettirmesi, günah psikolojisinden, günahın zayıf omuzlarına yüklediği ağırlıktan kurtulması mümkün değildir.
Beşinci olarak reddettiği Tanrı, insanlardan özel bir sınıfa ve gruba imtiyaz tanıyan; diğerlerini ikinci sınıf bir statüye düşürmektedir. İmtiyazlı ve yüksek bir sınıf olan ruhban sınıfı vardır; fakat diğerleri aynı imtiyazlara sahip değildir. Buradaki adaletsizlikten dolayı tanrı reddedilir.
Altıncı olarak reddettiği Tanrı, zenginlerin yanında yer alan ve yoksulların karşısında yer almaktadır. Hatta meşhur nüfus teorisini ilk defa ortaya koyan ve iktisatçı olan -aynı zamanda rahiptir- Maltus, “Zenginler, fakirleri sofranızdan kovunuz; size bu sofrayı bağışlayan Tanrı’dır. Bu öyle bir Tanrı ki, zenginlerin yanında yer alıyor; yoksulların, mahrumların karşısında bir yerde duruyor, onların haklarını, hukuklarını vermiyor” diyordu.
Ve son olarak Batılı insanın reddettiği Tanrı, baba figüründedir; bütün insanlar, bu babanın karşısında bir çocuk hükmündedirler. Gerçek şu ki, baba ve oğul ilişkisi, sadece İsa ve Tanrı ilişkisinden ibaret değil aynı zamanda insanın aklını, idrakini, insani melekelerini kullanırken yetersizliğini sürekli kendisine vurgulayan bir tema üzerinde dönüp durmaktadır. Bu teolojik söylemde din, insanlığın çocukluk dönemine ait bir safhaya tekabül eder ve bu dönemde insanlar, daha henüz akıllarını kullanamayacak, idrak sahibi olamayacak çağda oldukları için, bir Tanrı inancına sahip oldular ki, bu Tanrı da baba bir Tanrıdır.
Hegel, Auguste Comte ve diğerleri, tarihsel safhaları, teolojik, metafizik, pozitivist dönemler olarak kategorize etmişlerdir. Ancak din, insanlığın çocukluk dönemine rastlar. Sonrasında gelen dönem ise bilimde düzenleyici ilke logosun bulunduğu, insanın çocukluğunu yaşayıp akil-baliğ olduğu ve artık babaya ihtiyacının kalmadığı; dolayısıyla Tanrı fikrinin tedavülden kalktığı dönemdir. Kant, insanın düştüğü bu yerden ancak aklı sayesinde ergin olma katına çıkabileceğini söylüyordu, buna göre dinin ve Tanrı’nın insana herhangi bir faydası olamazdı. Belki de Nietzsche’nin öldürdüğü Tanrı, böyle bir Tanrıdır. Yani Nietzsche’nin bizzat kendisi Tanrıyı öldürmüyor; Tanrının, hayatlarında, o kültürün kendisinde öldüğünü ve anlamını, fonksiyonunu kaybettiğini söylüyor ve nihayetinde de Tanrı’nın ölümünü ilan ediyordu.