Biz, Batı’yı hep kapitalizm, sosyalizm, liberalizm gibi ideolojilerle değerlendiriyoruz. Oysa ideolojiler, Batı için ancak tahrif edilmiş Tevrat’ın Yahudiler için geçerli olduğu kadar geçerlidir. Yahudinin davranışına asıl yön veren Yahudilik ruhu olduğu gibi Batı’ya da yön veren Batı ruhudur
İslam dünyası, modern Batı’nın değerlerinden umduğunu bir türlü bulamıyor.
Batı’nın değerleri yüz yıl önce Cezayir’de, otuz–otuz beş yıl önce Afganistan’da, 70-80 yıldır Filistin’de ve bugün Mısır’da, Tunus’ta hiçbir iş görmüyor.
Fransız ihtilalcileri, ‘can emniyeti’ dediler, Cezayir’de katliamlar yaptılar. Sovyet Rusya, ‘halkların kurtuluşu’ dedi, Afganistan’ı işgal etti. Amerika Wilson ilkeleriyle ‘halkların kendilerini yönetme hakkı’ dedi, Filistin halkını Yahudi azınlığın zulmüne terk etti.
Batı, bir acayip kökten gelen eğilimle her seferinde ortaya bir şey atıyor ama ortaya attığı şey aleyhine dönünce kavram saptırmasına gidiyor, kavrama kendisine has yorumunu ekliyor.
Batı demokrasisi, bugüne kadar ‘seçimler ve çoğunluk’ dedi, bugün yapı Müslümanların lehine dönünce ‘azınlığın tercihleri diyerek İslam dünyasındaki seküler azınlık iktidarını sürdürmeye çalışıyor. ‘Çoğunluğu elde edenler her şeyi yapamazlar’ diyerek çoğunluğu hiçbir şey yapamaz duruma getirmenin yollarını arıyor. Dün Cezayir’de FİS’in vardığı çoğunluğu tanımadılar, Refah Partisi’nin seçim zaferini hiçbir zaman içlerine sindirmediler. Bugün Mısır ve Tunus’taki çoğunluğu tanımak istemiyorlar.
Batı değerleri, darbeye karşı çıkıyor, darbe yapan kesimleri ‘meşru güç’ olarak tanımamayı ve onların zorba iktidarlarına yaptırımlar uygulamayı öngörüyor. Ama söz konusu olan Türkiye’de 28 Şubat olunca görmezlikten geliniyor, darbecilerin yargılanması Amerika’da alttan alta yadırganıyor. Mısır söz konusu olunca ise Amerikan Dışişleri Bakanı, ‘Kavram saptırma’ kültürüne açıktan açığa başvurup ‘Mısır’da ordu, yönetime el koymadı. Halk talep etti ve ordu, yönetimi değiştirdi ama yönetim hala sivillerde’ diyebiliyor. Batı’nın darbe karşıtlığına umut bağlayanların umutlarını söndürüyor.
Öte yandan İslam dünyasında her nerede bir milli kurtuluş hareketi belirse, Batı’nın çıkarları İslam dünyasının hangi noktasında tehlikeye düşse orada ilginç bir hareketlilik başlıyor. İslam dünyasında en sıradan Müslümanların; İslam’ı anlatma görevini yerine getirmekten başka, düşündüğünü ifade etme hakkını kullanmaktan başka hiçbir etkinliği olmayan Müslümanların değişik istihbaratlar eliyle adeta günlükleri tutuluyor, sıradan bir Müslümanın en insani hak olan taziye ziyareti bile kamera marifetiyle kayıt altına alınıyor ve örgüt faaliyeti diye bir gün önüne konuyor. Körelmiş çakılar, kuru sıkı oyuncaklar silah sayılıyor.
Ama her nasılsa o milli kurtuluşun belirdiği yerlerde bütün ülke kapıları bir bir açılıyor, mobil gruplar kimi zaman çoluk çocuklarını da yanlarına alarak ülke ülke atlayıp gelip oraya yerleşiyor, dünyanın en modern silahlarını ediniyor ve çatışmaya başlıyor. Samimiyetinden şüphe olmayan bu tür yapılar iki yüz yıldır probleminin bilgi ve planlama değil, samimiyet ve fedakarlık olduğunu zanneden Müslümanlara umut bağlıyor.
Bu umut, Batı medyasının ters yönden propaganda faaliyeti üzerinden büyütülüyor. Ardından değerleri katı ve yöreye yabancı bu gruplar orayı kan gölüne çeviriyor, yöre halkının bir kesimini ‘Ey Batı, ne olursun gel, bizi bunlardan kurtar’ diyecek duruma düşürüyor. Batı da ülke kapılarının açılmasını, ağır silahların teminini gözden kaçırıp ‘insan hakları savunucusu’ olarak oraya paşa paşa müdahale ediyor. Orada Müslüman halkın bütün kurtuluş umudu sönüyor, Müslüman halk kurtarıcı diye yeniden Batı’ya bağlanıyor. Bu, İspanya ve Yunanistan iç savaşlarının Batı’ya sağladığı bir tecrübedir.
20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonra oralarda Batı yanlısı iktidarlar tehlikeye girince dünyanın dört bir yanından kominist devrimciler, İspanyol ve Yunan yoldaşlarının yardımına gittiler. Bunlar şüphesiz ki koministliklerinde samimiydiler ama değerlerinde katı ve yerel yapıya yabancıydılar, ‘cömertçe kan döktüler, İspanyol ve Yunan halkı onların desteğiyle sağlanacak bir iktidardan korktu, Batı’ya sığındı ve her iki ülke de Amerika güdümünde kaldı.
Bu Batı, nasıl bir şey ki her kapıdan giriyor, her yönteme sarılabiliyor ve ‘umut söndür’ oyununu hiçbir değeri sığmayacak bir şekilde sürdürebiliyor? ‘Umut söndür’ oyunu, bir yerde oluşmuş bir umudu o umuda kapılanları hayal kırıklığına uğratarak ya da bir yerde oluşması muhtemel bir umudu kontrollü oluşturarak onu denetim altında sürdürme ve bitirme programıdır. Geçen hafta da işlendi. Bu, bütün yöntemleriyle bir insanlık suçudur. İyi de insan haklarından söz eden Batı, insandan yana değerlerden söz eden Batı; bunun için kurumlar açan, bu yolda uluslararası yatırımlar yapan, bu doğrultuda müdahaleler gerçekleştiren Batı nasıl oluyor da bu insanlık suçunu işleyebiliyor?
Konunun anlaşılması için aslında bunca söz yerine ‘Gezi olayları ile ilgili saatlerce canlı yayın yapan CNN gibi Batı kuruluşları nasıl oluyor da Adeviyye’deki katliamı belki sadece bir alt yazı olarak ve çatışma diye saptırarak es geçiyor?’ sorusunu da sorabilirdik. Bazen tek bir tutum bütün fotoğrafı ele verebiliyor, o tutum tek başına bizi köklere götürmeye yetiyor. Buradan hareketle soralım: Nedir bu çifte standartın kaynağı?
BATI’NIN RUHU İNSAN HAKLARINI ALT EDİYOR
Biz, Batı’yı hep kapitalizm, sosyalizm, liberalizm, demokrasi gibi ideolojilerle ve bu ideolojilerin uygulanmasında karşılaşılan zorlukları gidermek için bulunmuş insan hakları teorileriyle değerlendiriyoruz.
Oysa Batı’yı anlamada ideolojilerin rolü, Yahudileri anlamada tahrif edilmiş Tevrat’taki fıkhın rolü gibidir. O fıkıh, elimize bir şekil veriyor. Ama Yahudi tutumunda ondan çok daha etkili olan, o fıkhı her zaman etkisizleştirebilen, her zaman onun üzerine çıkabilen bir Yahudilik ruhu vardır. ‘Yahudilik kültürü de diye ifade edilebilecek olan bir ruh… Bazen beni Nadir yerleşkesinde bir suikast girişimi olarak, bazen Beni Kureyza’da Müslümanların zayıf anında düşmanla işbirliği olarak, bazen Hayber’de bir sofrada ortaya çıkan fırsat kollayıcı olarak ortaya çıkan ve bu fırsatı kullanmak için her tür prensibi ve değeri çiğneyen, hain ve acımasız bir ruh… Yahudiliğin asıl kimliği o ruhta saklıdır.
Batı’nın da kimliği; Batı fıkhının (hukukunun) prensiplerini oluşturan ve bu prensiplerin uygulanması sırasında karşılaşılan aksaklıkları gidermek için bulunmuş değerlerden oluşan insan hakları teorilerinde değil, Batı’nın ruhunu oluşturan, kadim kültürünü yansıtan ‘mikro ideolojiler’ de denen küçük düşünce beyanlarında saklıdır. Bu küçük düşünce beyanları, makro (büyük) ideolojilerden ve insan hakları değerlerinden farklı olarak düşünce adamları ve hukukçular tarafından üretilmiş değildir. Bunlar Batı’nın Latin-Hıristiyan-Yahudi karması özünden gelen ve psikologlarla sosyologlar tarafından gözlemle keşfedilen eğilimlerdir. Bu eğilimlerin gücü, ideolijilerin de insan hakları teorilerinin de etkisini kırabiliyor. ‘İnsan güç durumda kalınca aslına döner’ diye bir teori vardır. Batı da güç durumda kaldıkça bu eğilimlere sığınıyor.
BATI RUHUNU OLUŞTURAN EĞİLİMLER
Bu eylemleri özetle şu şekilde anlatmak mümkündür.
Pragmatizm, William James’in ‘Hesabına nasıl geliyorsa öyle davran’ diye keşfettiği teoridir. Amerikan sanayicilerine ‘Kâr etmek için’ çevreye zarar verme, insanın emeğini çalma hakkı veren eğilimdir. Daha önce bu eğilimi Machiavelli, ‘İktidar olmak ve iktidarda kalmak için her yol meşrudur’ şeklinde ifade etmişti. Bu eğilim ‘Oportünizm’ denen ilkesiz fırsatçılıkla buluşup Batı’nın her yola başvuran politikalarının temelini oluşturuyor.
Fenomenoloji: Husserl’in ‘Kendi dışındaki her şeyi bir çantaya koyarak değerlendirmek, geriye sadece kendini bırakmak sonra bütün dünyayı kendi penceresinden değerlendirmek’ diye keşfettiği eğilimdir.
Kant’ın ahlak teorisi: Kant’a göre ahlak toplumsal eylemdir; toplumun varlığını sürdürmek için bulduğu kurallardan ibarettir. Bu yorumla ahlak asli bir insani değer olmaktan çıkıyor, günün ihtiyaçlarına gore üretilen bir değerler toplamına dönüşüyor. Bu anlayışla pragmatizm ve oportünizm meşrulaşıyor. Batı için ahlaklı olmak dün darbelere karşı çıkmak ise bugün darbelerden yana olmak, ahlakın ta kendisi olabiliyor. Böylece aslında ‘ahlak’ ortadan kalkıyor; insana güven verme, insana geleceğini görme imkanı verme özelliğini büsbütün yitiriyor. Buna ve pratiğe bakarak ‘Batı’nın ahlakı yoktur’ diyenler doğru söylüyorlar.
J.S. Mill’in mutluluk teorisi: John Stuart Mill’e göre mutluluk faydadır, o halde mutlu olmak isteyen sadece faydaya bakmalıdır. Bu eğilim, Husserl’in keşfettiği dünyaya sadece kendi penceresinden bakma eğilimi ile birleşince ortaya kendi mutluluğu için başkalarına zarar veren, kendi mutluluğunu başkalarının mutsuzluğunda gören bir eğilim çıkıyor. Kendi mutluluğu için İslam dünyasının mutsuzluğunu elzem gören Batı’nın politikaları, bu eğilimin görülen pratiğidir. Bizim kaybımız onun kazancıdır, bizim düzensizliğimiz onun düzenidir. Nietzsche (Niçe) “Ne olursa olsun daima istediğinizi yapınız. Önce kendinizi seviniz, sonra yakınlarınızı. Şehveti, hükmetme hırsını, bencilliği kötülük sayarlar. Bunlar erdemdir, mutluluktur. En büyük kötülük, en büyük iyilik için gereklidir. Önce yıkıcı olmak gerekir” der.
Gerçek üstücülük (Sürrealizm): Andre Breton’un ‘gerçeğe gözünü kapatma, gerçeği kendi iç gerçeğinde algılama’ olarak keşfettiği eğilimdir. Batı, hesabına gelmeyince sürrealizme yöneliyor, gerçeği yok sayıyor, gerçeği yaşanmamış kabul ediyor.
Dikkat edilirse buraya kadar sözü edilen eğilimler; kendini dünyanın merkezine oturtan, bütün gerçekleri o merkezin menfaati için kullanan, sürekli prensipleri olmayan (ilkesiz), kendini doyurmak için başkalarını aç bırakan, başkalarının hayatına kendi çıkarı için son veren bir politikayı önümüze çıkarıyor.
Dahası da var. Buraya kadar anlatılanlar daha çok Batı’nın kendisiyle ilgiliyken bundan sonrakiler Batı’nın başkalarıyla ilişkisiyle ilgilidir. Özetle verelim:
Varoluşculuk: İnsanın ölüm korkusuyla titrediği iddiasına dayanır. Buna göre her şey ölümden kurtulmak içindir. Batı’nın bunca zayıf düşmüş İslam dünyasına karşı aldığı savunma tedbirleri ve son zamanlarda konsoloslukları kapatma meselesinde olduğu gibi Amerikan şehirlerinde ‘İslamcı teröristler saldırabilir, evinizden çıkmayın’ diye yaptığı ilanlarla sıradan Batılılarda ‘Müslümanlar her an beni öldürebilir’ psikolojisi oluşturan kirli propagandaları burayla ilgilidir. Bu propaganda sıradan Batılının İslam dünyasına yönelik her tür politikayı meşru görmesine yol açıyor, saldırı politikaları için vicdanlarda zemin hazırlıyor.
Freud’un psikoanalizi: Rüyaları, sürçmeleri yorumlayarak sözde bilinç altına ulaşmayı hedefleyen eğilimdir. Batı medyası, her gün kimi vaizlerin sözlerini abartarak ‘Bakın İslam dünyası sizi yok etmek isteyen teröristlerle doludur. Oralarda ne yapsak doğrudur, hoşgörün’ diye propaganda yapıyor.
Alfred Adler’in aşşağılık duygusu teorisi: Buna göre insan olmak, aşağılık duygusu hissetmektir. Batı, İslam dünyasının büyük geçmişi ve büyük insani değerleri karşısında bu duygudan hiç kurtulamadı. Bunun için durmadan İslam dünyasıyla uğraşıyor.
Batı ruhunun keşfedildiği miladi 19. yüzyılda Max Stirner, adeta bütün Batı adına ‘Biricik insan benim benden başkası umrumda değil. İnsanı insan eden bencilliktir. Erdem, arzularıma uygun davranmamdır’ diyor.
İslam dünyasının bugün en çok, istikrara ihtiyacı vardır. Batı, İslam dünyasında istikrarı yok etmek için ruhuna sinmiş bütün erdemlere(!) başvuruyor. Umudun oluştuğu her yerde, ‘her yol çıkmaz sokak’ dedirten bir oyun oynuyor. Bütün yöntemleri etkisizleştirecek bir karmaşa üretiyor. Her yöntem sahibini bir diğerine ‘Böyle yaptınız da ne oldu?’ diyecek duruma getiriyor, hak arada kayboluyor. İspanya’daki yabancı yoldaşları eleştirseniz ‘Devrim düşmanı’ diye etiketlenirsiniz. O yoldaşları desteklerseniz halk pazarlarındaki ve ibadethanelerdeki katliamların, toplumsal umutsuzluğu üreten yapının ortağı olursunuz.
İslam dünyası bu kurguya teslim olmak zorunda değil. Gerçek, en azından son on yıldır gün gibi ortada. Umut söndürmek için iş gören yapıların samimiyetine teslim olmak bugünkü Irak’ı, Temmuz’un 1’inden 23’üne kadar 600 insanın katledildiği Irak’ı bütün İslam dünyasına doğru genişletmenin başlangıcı olabilir. Belki de bugün, İslam dünyasına, Kalvenist Hıristiyan grupların miladi 16. yüzyılda Batı’ya yaşattıkları yaşatılıyor.
Onlar sayesinde Hıristiyanlık Batı’daki iktidarını sağlamlaştırma aşamasındayken kaybetti.
Batı, gerçek üstü bir eğilimle ördeğe ördek demeyebilir. Ama Müslüman, ördeğe ördek demek zorundadır. Ördeğe yarın ördek demek geç olabilir.