Sadece Kutlu Doğum kitlesel etkinlikleri midir bir iftihar ırmağı gibi şarktan-garba doğru yol açıp akan? Son 20-25 yıldır, bölgede yeniden ihya olup “Dindar bir nesil” için münbit bir iklime dönüşen o kadar çok şey vardır ki, şarkın o mahcup mütevaziliği örtüsü altında, sessizce bakıp duruyor. Bir teşekkür, bir tebessüm karşılığı bile beklemezken, belki de bulamazken; “olsun… Allah kendi rızası için kabul etsin yeterdir.” diyen cefakâr ve yorgun bir sima misali…
Cumhuriyet tarihi boyunca hedeflendiği gibi cami ve mescitler, 1980’li yılların sonuna doğru işlevlerinden koparılmış, günlük hayatın dışına itilmiş, ihtiyarların ve emeklilerin uğrak mekanlarına düşürülmüşlerdi. Kadro bile verilmiyordu. 90’lı yılların başında, büyük çabalar ve ağır bedellerle cami ve mescitler ihya oldu, Kur’an-ı Kerim ve Siyer-i Nebi dersleri ile gerçek işlevlerine kavuştular. Camiye ve mesleklerine verdikleri ehemmiyetsizlikten çoğu ikinci bir iş olarak bakkal-manav işleten imamlar, hatalarını anladılar. Devlet yanlış hesabının farkına vardı. PKK gibi yapıların camilere fiili saldırıları da bu yüzdendi.
İslam’ın öncelikli emirlerinden olan “tesettür” sadece “başörtüsüne” indirgenmiş, o da üniversite ile sınırlandırılarak, İslami kesimlerin “potansiyel ölçeri” gibi gündemde tutuluyordu. Mağdurları, mağdurlukları ile kalıyor, gerisi içinde işin edebiyatı ile vicdan dindirme kalıyordu.
Yine bölgede, mükellef yaşına giren, iman abidesi, 12-13 yaşlarındaki kızlar, ne ailelerinin, ne resmi kurumların baskılarına aldırış ederek, Rablerinin emirlerine “lebbeyk” dediler. İlköğrenim, köy okulu, gurbet, lise demeden tesettürlerine büründüler. Okullarından atılmak istendiler. Okul okul sürüldüler. Aileleri tehdit edildi. En tazyikli baskılara maruz kaldılar. Mersin, Bursa, Manisa gibi yerlerde, bütün bir okul, öğrencisi ile velileri ile emniyet güçleri ile 13-15 yaşlarındaki bir kız çocuğunun üzerine yürüyor, yanı başında ise ya çaresiz bir baba, ya mazlum bir anne ya da bir kardeş… Basın-yayın kuruluşlarının acımasız hışmına maruz kalıyorlarken, Kerbela’nın Zeynebi, Al-î İmran’ın Meryem’i gibi, Firavun’un Asiye’si gibi kararlılıkları, tavizsizlikleri bazı odaklara ikaz oldu. En katı laikler bile “Üniversitelerde başörtüsü serbest kalabilir. Yeter ki bu iş ilköğretime inmesin.” noktasına geldiler. Acı olanı şu ki; o dönemde bile, güya başörtülü-muhafazakâr gazeteciler (!) bunları “provokatörlükle” suçluyorlardı. Kimi dindar siyasetçi yakınları, bunları “cahillikle” itham ediyorlardı. Sorun aşılınca, gerçek kahramanlar unutuldu. İthamcılar da kendilerine pay çıkardı. Tıpkı, Kutlu Doğum etkinliklerini “Mevlid’e” indirgeyip, bidat veya başka ithamlarla karalamaya çalışanlar gibi.
1990’lara gelindiğinde normal okullar önemli ölçüde “dindarlıktan’’ arındırılmıştı. Kalan imam hatip liseleri de, ya katsayı engeli, ya da diğer bölümlere giriş engeli gibi tedbirlerle (!) saf dışı bırakılıyordu. 2000’li yıllara gelindiğinde İHL’ler boşalmış, kapanma limitlerine yaklaşmışlardı. O dönem yine bölgenin dindar halkı ve Anadolu’nun diğer illerinde ulaşabildikleri mütedeyyin aileler, “gelecek kaygısı” hesaplarına düşmeden çocuklarını imam hatiplere kaydettiler. İmam hatipler yeniden taze kan ve destekle ihya oldular.
Tam da bu noktada bir hususu açıklığa kavuşturma gereği oluşuyor. O da Ak Parti hükümetinin, diğer hükümetlerden olan farkıydı. Ak Parti hükümetinin; mantıklı, makul, insanlığın faydasına olanı; alışılagelen “rejim refleksi” ile reddetme, imha etme, yasaklama yerine, bu konuda biraz sağduyuya kulak verme, imkan oluşursa uygulama yoluna gitmesi, onun da toplumun da lehine oldu. Asıl talep sahiplerini karalama-yaralama bedeline bile olsa taleplerin nispi karşılanması fena olmadı.
Camilerde, Kur’an-ı Kerim yaz kurslarının önü açıldı, desteklendi. İlgili bakanlık, Diyanet için kadro taleplerini bile; “Kadro verilmezse, camilerdeki boşlukları illegal örgütler dolduruyor.” şeklinde gerekçelendiriyordu. Oysa camiler Allah’ın evi, Müslümanların yeridir. Abes olan bir şey varsa, belki de namaz kıldırmanın ücretlendirilmesidir.
Camilerdeki Kur’an-ı Kerim, Siyer-i Nebi derslerinin faydaları görülmüş olacak ki, okullara da seçmeli ders olarak konuldular. Tabi niyetleri Ak Parti ile tam örtüşmese de, BDP ve türevleri de bölgedeki dindar yapılara karşı “rol çalma, ön alma” kabilinden İslam’a karşı tutumlarını kamufle gereği hissettiler. Alternatif Kutlu Doğum etkinlikleri, alternatif Cuma namazları, taziyelerin camilere alınması, seçimlerde başörtülü aday göstermek, (Hatta, Leyla Zana’nın Meclis’te başını siyaseten örteceği şayiasının, Ak Parti’yi, erken davranıp, 3 bayan milletvekilini tesettüre yönlendirdiği şeklindeki yaklaşımlar da yabana atılmamalıdır. Seçimlerde adayların İslami değerlere -Sırrı Sakık’ın Kur’an-ı Kerim’li pozu gibi-) vurgu yapması, Apo’nun Diyarbakır’da “Demokratik İslam Kongresi” talebi, gibi pek çok husus, bölgedeki “İslami yapının” gelinen noktada, diğer siyasi yapılara ve sosyal dokuya direkt ya da dolaylı etkisi olarak değerlendirilebilir.
Bir yapının hayırlı oluşunun ölçüsü, topluma olumlu yönden katkıları ile doğru orantılıdır.
Yine, mesela günümüz dünyasında bayan “alime” yetiştirebilecek potansiyeldeki medreseler, Ümmet adına bir iftihar sebebidir.
Muhtaçların ihtiyaçlarına cevap olacak hayır kurumları ve etkinlikleri önemlidir. Batı’da bile daha yeni keşfedilip etkinleşen ve “”Ombudsmanlık” olarak adlandırılan, maalesef bölgede unutulmaya yüz tutan “Rusipî heyetlerin” toplumsal sorunları mahkemelere düşürmeden çözen mekanizmalarının yeniden ihyası gibi pek çok güzellik bu konuya örnek olarak sayılabilir.
Mekke ve Medine’den sonra en çok sahabenin, hem de “şehit” olarak metfun olduğu Diyarbakır gibi bir şehir, Sahabeler şehri, Peygamber sevdalılarının diyarı ve ümmet için, İslam için pek çok hayrın hazırlanıp ümmete sunulacak bir hayır mutfağı olmasından daha doğal ne olabilir.
Üstad Bediüzzaman, Peygamberlerin ekserinin şarktan çıkmasına nispetle maneviyatın menbaını da gösteriyor. Prof. Bekir Karlığa “Batı’ya Akan Nehir” belgeselinde, Üstad’ın bu yaklaşımını esas alarak önemli detaylar veriyor. Hem maneviyat, hem de medeniyet noktasında.
İnşaallah, bu nehirden akıp, Avrupa başkentlerine kadar ulaşan Peygamber sevdası, istikbalde (gelecekte) daha da bir gür “seda” olarak yankılanacaktır. Bu güzel ümitle, Allah’a emanetsiniz.
(*): “Batıya akan nehir”, Prof. Bekir Karlığa’nın hazırladığı bir belgeselin adıdır. Başlık bu isme nispetledir.