Başlıktaki ifade, “Bu kadarı da olmaz!” dedirten durumlar karşısında, bünyesinde küçük çaplı bir isyan da barındıran bir nida cümlesidir.
Buradaki dünyayı “düzen” anlamında kullandığımı da özellikle vurgulamış olayım.
Malumunuzdur muhakkak, Adıyaman Vahdet- Der ve Kâhta Mustazaf-Der üye ve yöneticilerine Malatya 3 No’lu Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 50 yıl ceza verilmiş, bu ceza Yargıtay tarafından onanmıştı.
Kararın gereği olarak Kamil Demiral ve İsmail Alpaydın, cezaevine konuldu. Konuya ilişkin geçtiğimiz günlerde Kâhta’da yapılan basın açıklamasına ben de katıldım. Metin okunurken “İşte suçları!” ifadelerinden sonra gayr-ı ihtiyari dilimden şu sözler döküldü:
Batsın bu dünya!
Birkaç suça(!) beraber bakalım, bana hak vereceksiniz:
Kudüs için basın açıklaması yapmak, Kur’an’ı yaktığı için ABD’yi protesto etmek, hasta ve taziye ziyaretinde bulunmak, dışarıdan Kâhta’ya gelen öğrencilere iaşe ve barınma imkânı sağlamak, sahabe türbesini ziyaret etmek vs.vs.
Aklıma Sayın Başbakan’ın Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ için söylediği “Tutuklanmasını gerektirecek bir şey olduğuna inanmıyorum!” sözü geldi.
Başbuğ için hazırlanan iddianamede yer alan şu suçlamaya bakalım şimdi de:
“Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya çalışmak…”
Daha önce Elazığ İhya-Der örneğinde olduğu gibi yukarıdaki yaman çelişkiyi intac ettiren yüzlerce örnek verilebilir ama bu iki örneğin kâfi olduğunu düşünüyorum.
Talim ve Terbiye Kurulu’nun onayından geçmiş bir şiiri okuduğu için cezaevine mazlumca atılmış Sayın Başbakan’ın, normal şartlar altında, halden anlayan biri olarak bu mazlumlara sahip çıkıp bu rezalete imza atan herkesten hesap sorması gerekirken, kendisini ortadan kaldırmak için çalışmalar yaptığı iddia edilen birine sahip çıkması, “Stockholm Sendromu” olarak adlandırılan “Celladına aşık olmak” değil de nedir?
Kim savunacak bu mazlum ve mustazaf gençlerin hakkını?
Hani, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu, adl-i ilahi gelir Ömer’den sorar onu!” noktasındaydık?
Ne oldu, ya da değişen ne?
Devletin askerine, polisine kurşun sıkmamış; baskı, terör ve şiddetin uzağından bile geçmemiş bu erdemli gençlere, dağda silahı ile yakalanmış militanlara bile verilmeyen örgüt üyeliği cezasını hem de en üst sınırdan vermek hangi kinin, hangi zulmün eseridir?
“Harun gibi gelip Karun gibi oldular!” diyenler haklı mı yoksa?
İbn-i Haldun’un “Mazlum, zulmetmekte gecikmiş olandır” sözüne haklılık mı kazandıracaksınız?
Musibet olarak adlandırdığım bu hususu hakikatte hiçbir şekilde şer olarak değerlendirmediğimi de belirtmeliyim. Zira “İfk” hadisesinde Hz. Aişe validemiz, Efendimiz(SAV) ile beraber sıkıntıdan sarsılmış da olsalar Yüce Allah bu hususu, “Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın, aksine o sizin için bir iyiliktir.(Nur-11)” şeklinde değerlendirmektedir.
“Hayır bunun neresinde?” diyenlere ipucu olması bakımından diyorum ki,
Zulme maruz kalan bu kardeşlerimizin Yusuf(as)’a yaren olmaları şerefinin kendilerine verilmiş olmasının, dünya ve içindekilerden daha aziz olduğu hakikatini bir yere koyalım.
Zulmedenlerin de “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.(İbrahim-42)” ayet-i kerimesinin kapsama alanına girdiklerini de ifade edelim.
Dile getirmek istediğim asıl husus ise, bu zulmü ortadan kaldırmaya muktedir oldukları halde buna sessiz kalmayı tercih eden “eskinin Mağduru, yeninin Mağrurları”nın, “Zulme rıza zulümdür” ya da “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hitab ve itabına muhatap oldukları gerçeğidir.
Ak Parti’nin devr-i iktidarında meydana gelen Elazığ İhya-Der ve Kâhta Mustazaf-Der yargılamaları, hükümetin adalet, ileri demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, hukuk önünde herkesin eşit olduğu, şiddete bulaşmadan en aykırı fikirlerin dahi dile getirilebileceği, üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü vs.vs. şeklindeki kulağa hoş gelen söylemleri açısından bir samimiyet testi ve bir turnusol kâğıdı görevini icra edecektir.
Son olarak Mustazaflar Cemiyeti Genel Merkezi’nden bir heyetle “geçmiş olsun” ziyaretinde bulunduğumuz “Müzmin Bekâr” İsmail Alpaydın’ın annesinin, “Tı sucé lavémın tıne bu!”(Oğlumun hiçbir suçu yoktu!) serzenişine de değinmeden geçemeyeceğim.
Emevi zulmüne maruz kalıp zindana atılan İmam Azam Ebu Hanife’ye öğrencileri gelir ve şöyle söylerler:
“Bizi üzen sizin suçlu olmadığınız halde burada olmanız ve bu zulümlere uğratılmanızdır.” Bunun üzerine o büyük İmam şöyle cevap verir:
“Bunun için şükretmelisiniz. Suçlu olsaydım daha mı iyi olurdu?
Dualarda unutulmamak dileğiyle bütün Yusufilere selam olsun!