Mervahin...
Güney Lübnan–İsrail sınırının sıfır noktasında şirin mi şirin bir kasaba. Günlerden Cumartesi...
-Sancıların var mı?
-Bazen karnımı tekmeliyor; fakat sancılarım yok, iyiyim.
Pencerenin önünde dikilmiş dışarıyı seyreden adamın hissiyatı dökülüyordu dudaklarından.
-Ne hayaller kurmuştuk halbuki. Doğumun hastanede olacaktı; ama merhametten yoksun siyonistler hastaneyi dahi vurdular. Birleşmiş Milletlerden çıt çıkmıyor. Amerika ve Avrupa’nın İsrail’i değil durdurmamaları, kınamamalarını bir noktaya dek anlarım da Arap yöneticilerinin suspus olmalarına yanar gönlüm.
-Yöneticilerin tıyneti, dedi hanımı. İsrail’le aynı. Onlar sadece kuklalar. Makamlarını korumak istiyorlar o kadar. Hatta... hatta Hizbullah’ın başarmaması için seve seve İsrail’e yardım dahi ederler.
Aniden kasabanın semalarında İsrail uçakları belirdi. Adam eşini tuttuğu gibi pencereden uzaklaştırdı. Eşinin şaşkın bakışları arasında.
-Uçak seslerinden camlar patlayabilir, dedi. Zarar görmeni istemem.
Minnettar bakışlarla kocasına baktı kadın. Yaşadıkları şu son iki haftalık olumsuzluklara rağmen kendini kocasının yanında daha güvende hissediyordu.
Uzaklaşan uçak seslerinden sonra kasabanın üzerine gökten bir şeyler süzülüyordu. Aheste aheste süzülen bildiriler yazılı kağıtlar her tarafı kaplamıştı. Oturdukları yerden olanları seyrederken
-Şunlardan birini alıp geleyim, dedi adam.
Hızla dışarı çıktı. Nefes nefese geldiğinde suratı asıktı. Hiç konuşmadan bildiriyi eşine uzattı.
-Aman Allah’ım! dedi eşi. Bunlar deli iki saatte kasabayı terk etmemizi istiyorlar. Bu nasıl olur?
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
-Haydi! dedi kocası. Üzme kendini. Biliyorsun bebeğimiz için üzülmemelisin.
Kadını sırt üstü kanepeye yatırıp başının altına da bir yastık koydu.
-Sen şöyle biraz uzan. Ben etrafı kolaçan edip geleyim.
-Hayır, gitme! Beni bırakma!
-Kasabalı ne yapacak bir bakayım. Ona göre davranmalıyız.
-...
Eşinin sessiz bakışları arasında dışarı çıktı. İlk gördüğü şey insanların mahşeri bir çılgınlıkla koşuşturduğuydu.
Kasabanın sağ tarafına yöneldi. Herkes o tarafa gidiyordu. Tahminin de yanılmamıştı. Halk, kasabadaki Birleşmiş Millet barış gücü karargahına koşmuştu. Gözlerde bir umut vardı. Yüreklerde bir rahatlatıcı söz duyma arzusu...
Fakat elindeki megafonla karargahın Fransız komutanı her şeye çizgi çekti.
-Karargahın kapılarını açamayız. Sizi koruyamayız. Başınızın çaresine bakın.
Halk kovulmuş, ölüme itilmişti adeta. Zaman daralıyordu. Aracı olanlar hızlı bir şekilde kuzeye doğru yola koyuldu.
Adam, herkes gibi son umudunu da yitirmişti. Metruk sokaklardan hızla geçerek eve vardı. Meraklı ve cevap bekleyen bakışlarla bir solukta olanları anlatıverdi eşine.
-Halkı, dedi. Karargaha almadı o mel’un. Hepsinin tıyneti bir...
Öfkeli bir şekilde odayı arşınlarken, birden eve niçin döndüğünü hatırladı.
-Ben dedi. Ufak hazırlıklarımızı göreyim de hemen çıkalım.
Kanepede uzanan eşi sessiz ve sakindi. Sabit bir noktaya bakıyor, konuşmuyordu.
Adam, yatak odasındaki dolapla uğraşırken salondan gelen bir çığlıkla donup kaldı adeta. Bir solukta eşinin yanında nefes aldı.
-Sancılarım... Sancılarım var, diyordu kadın. Galiba... zamanı geldi.
Çılgına döndü adam. Eli ayağı birbirine dolandı. Sabahtan beri yaşadıkları stres, eşinde bir kaç günlüğüne erken doğuma neden olmuştu. Aklına kasabayı terk edemeyen komşuları geldi. Birkaç saat sonra komşularının yardımıyla doğum iyi geçmişti.
Ebe kadın evlerinden ayrılırken,
-Gözün aydın! Nur topu bir çocuğun oldu, demişti.
Heyecanlıydı. Odaya girerken eşinin baş ucunda yatan minik bir bebek, minik bir insan gördü. Titrek elleriyle itinayla kucakladı.
-Ne kadar da minik parmakları var, dedi. Her tarafı kıpkırmızı.
-Adını ne koyalım?
-Eşine baktı. Aklına gelen ilk kelimeyi söyledi.
-Vaad!... Adı vaad olsun.
Vaad mı?
Evet.
Ongün sonraydı. Kadın tamamen iyileşmiş, kendine gelmişti. O gece:
-Sabah olur olmaz, dedi kocası, kasabayı terk edelim.
-Nasıl terk edelim ki? Dedi eşi, endişeli endişeli.. Hiçbir yer güvenli değil. On gün önce kasabayı terk eden halkı İsrail jetleri bombalamadı mı? Çoğunluğu kadın-çocuk 23 ölü, 70 yaralı insanımız... Ah İsrail! Gözün kör olsun da belanı bulasın.
-Haydi canım yatalım. Sabah ola hayrola...
Gecenin zifiri karanlığı kasabaya çökmüştü. Siyonist işgal tüm hızıyla devam ediyordu. İsrail jetleri fincancı çarşısına giren katırlar gibi her tarafı yakıp yıkıyordu. Her tarafını bombalıyordu Lübnan’ın . Siviller katledilirken, Lübnan’ın alt yapısı, yolları, köprüleri, elektrik santralleri, kamu kurum ve kuruluşları yerle bir ediliyordu. Kuralsız ve ahlaksız bir savaştı İsrail’in bu yaptığı.
İnsanların derin uykuda olduğu bir saatte Mervahin semalarında beliren uğursuz İsrail jetleri kasabayı yerle bir etmişti o gece.
Bir televizyon muhabiri o sabah ajansa geçti, haberde heyecanla konuşuyordu.
"Sayın seyirciler, katil İsrail’in suç dosyası gittikçe kabarıyor. Gördüğünüz, yıkıntılar arasındaki görüntüde henüz on günlük olan bu bebek dün gece İsrail jetlerinin attığı bombalar sonucunda can verdi."
Görüntülerde yerle yeksan olmuş bir binanın kalıntıları arasında annesinin kucağında tozlara bulanmış bir bebek vardı. Vaad!... Masum ve mazlum bebek!...