Avrupa Konseyinin Türkiye hakkında açıkladığı her rapora,“Giderek İslamcılaşmamıza(!)” karşı gösterdikleri refleksin bir parçası gibi bakalım bakmasına da son açıkladıkları rapor, öyle görmezden gelinecek cinsten değil. Rapora göre Türkiye, cezaevlerindeki 192 bin 627 kişi ile Avrupa birincisi. Türkiye'den sonra 94 bin kişi ile İngiltere geliyor. Türkiye, 2006-2016 arasında tutuklu ve hükümlü sayısını % 161 artırarak bu alanda Avrupa rekoru kırmış. 2018 için bu rakamın 200 binlerin çok üstünde olduğunu tahmin etmek zor değil.
Mecelle'nin yüz ana kuralından sekizincisi olan “beraet-i zimmet asıldır” yani “aksi ispat edilinceye kadar herkes suçsuzdur” manasındaki evrensel hukuk prensibini, adeta, “suçlunun tarafına bakılır, suçsuzluğunu ispat edemeyen her şüpheli ise cezalandırılır” şeklinde yorumlayan menfi tutumlara sessiz kalındıkça, vicdanlar ağır yaralar almaktadır.
Kitleleri, günden güne kronik bir çaresizliğe teslim olmaya zorlayan bu adaletsizlik marazı, tedavi edilmediği sürece; darbeci de, dolandırıcı da üremeye devam edecektir.
Meşhur Fars Şairi Ahmed Şanlu'nun Kitâb-ı Kûçesinde aktardığı ilginç bir Behlül Dâne Menkıbesi vardır:
Behlül Dane, malum Halife Harun Reşid(788-809) döneminde yaşamış ve asıl adını kaynakların “Ebû Vüheyb b.Amr b. el-Muğîre el-Kûf î es -Sayrafî” diye kaydettikleri 806 senesinde öldüğü söylenen bir velidir.
İşte bu Behlül Dane'nin bulunduğu şehirde zengin bir tüccar vardır. Parası, malı mülkü çoktur; ama kimsesi yoktur. Ve bir gün hacca gitmeye karar verir. Parasını teslim edeceği güvenli birini arar. Aklına en güvenilir kişi olarak başkadı (başsavcı) gelir. Kadı önce kabul etmez, burası emanetçi değildir diye itiraz eder. Sonra tüccarın emanet için getirdiği altın dolu çuvalı görünce; “Neyse o zaman torbanın ağzını mühürle de burada bir yere bırak” der. Tüccar da; “Hay Allah razı olsun, dönmezsem, bir vakıf kurarsınız, cami, çeşme filan yaptırırsınız” diyerek vedalaşır.
Tüccar bir iki ay sonra, haccını sağ salim eda eder ve bıraktığı emaneti almak için doğruca kadı efendinin yanına varır. Kadı, tanımazlıktan gelir. Tüccar; “Beni nasıl tanımazsınız, size altınlarımı emanet etmiştim, önce siz kabul etmediniz sonra torbayı mühürleyip şu odaya bırakmıştım” dese de nafile. Kadı, kendisini herhalde başkasıyla karıştırdığını söyler.
Adam odaya gider bakar ki, bıraktığı torba yerinde duruyor, ancak köşesi delik ve içinde de bir tane altın yok. Bağırıp çağırınca, başkadı; “torba seninse o zaman köşesini fareler yemiştir” der ve devletin has memuruna iftira atmaktan tutuklamakla tehdit eder.
Ve zavallı adamın, sokakta oturup ağladığını gören Behlül, derdini kederini sorar. Adam olan biteni anlatır. Behlül, adamı teselli eder ve meseleyi halledeceğini söyleyerek doğruca Halife'ye gider. Huzura kabul edilir.
Behlül, Halife'den kendisine bir görev vermesini ister. Halife de; “Demek ki akıllanmışsın, divanelere önderlik görevi nasıl?” diyerek güler. Behlül; “Memlekette fareler sahipsiz, onun bunun evine girip malını mülkünü talan ediyorlar. Farelere liderlik görevini bana ver, onları kontrol altına alayım” der. Harun Reşid, kahkaha atar; “Bu daha iyi, o zaman fareler sana emanet” der ve Behlül, bunun için biraz bütçe ile mühürlü bir ferman da ister.
Behlül, halifenin mühürlediği belge ve kazmalı kürekli kırk tane işçi ile başkadının evine varır. Behlül, evin altının kazılmasını emreder. Başkadı, Behlül'e; “siz burada ne yapıyorsunuz” diye çıkışır. Behlül, belgeyi göstererek; “Ben farelerin güvenliğinden sorumluyum bu da belgesi. Bizim farelerden bazıları buradaymış, sadece torbaları değil, içindeki altınları bile yiyorlarmış. Onları yakalayacağız, bunun için de evinizi kazmak zorundayız” der. Başsavcı, durumu fark eder, bunu birkaç kese altınla aramızda halledelim filan der; ama işlediği cürmün dünyadaki akıbetinden kurtulamaz.
Keşke her şey, menkıbelerdeki kadar kolay ve tatlı olsaydı.