Özellikle son günlerde, şerefle üzerimizde taşıdığımız başörtülerimize yönelik yasaklamalarını genişletmeye çalışan zalimlerin bu vesile ile artırdıkları “İslam’ın kadını aşağıladığı” iddiasındaki hezeyanları süre dursun, biz, yoldan sapmış cahili toplumlarda kadının nasıl muamele gördüğüne, bu muamelenin medeniyet kisvesi altında mahiyetini daha da zenginleştirerek nasıl hâlâ hüküm sürdüğüne bakmaya çalışalım.
Kanun koyucu olarak ben-i Âdem’in kendini, yaratanın yerine koyma cüreti gösterdiği yerde adaletin olması elbette beklenemez. Kadınla alakalı zulüm de işte tam bu noktada başlar. Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın cennetten çıkarılıp dünyaya gönderilme hadisesi, Kur’an’da: “Derken şeytan onları oradan kaydırdı ve içinde bulunduklarından çıkardı. Biz de: “Birbirinizin düşmanı olarak inin. Sizin bir süre yeryüzünde yerleşip, yaşamanız lazımdır, dedik,”[1] ayetiyle, Hz. Havva’ya yönelik özel bir suçlama olmaksızın, bu hususta Hz. Âdem’le aynı muameleye tabi tutulduğu ifade edilir.
Ancak Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayan sapma, Hz. Havva ve memnu’ meyve hadisesini kadının aşağılanmasının haklı bir gerekçesi olarak göstermeye başlamış. İnsanoğlunun cennet meyvelerinden faydalanmak yerine dünyadaki imtihana tabi tutulmasının suçlusu olarak cezalandırma yoluna gidilmiştir. Öyle ki, tahrif ettikleri semavi kitaplara da bu anlayışlarına dayanak olması düşüncesiyle yine fehimlerine uygun ifadeler bile yerleştirmekten kaçınmamışlardır. Mesela, muharref İncil’de yer alan, “Erkek kadından değil ama kadın erkektendir. Çünkü erkek kadın için değil fakat kadın erkek içindir” cümlesi o devrin insanlarının kadını köleleştirme yönündeki arzuları için kendilerine araladıkları bir kapıdır.
Hala yürürlükteki Yahudi hukukunun kaynağı olan Talmud’da[2] yer alan ve Yahudilerin her sabah yaptıkları dualardan biri şöyledir; “Ezeli ilahımız, Kâinatın Kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun!” bu hususta öyle ileri gidilmişti ki, Tevrat’a; “Kadın ölümden tehlikelidir. Allah indinde en iyi kişi ondan korunandır. Erkekler içinde binde bir dahi olsun Allah’a layık olan bulunur ama kadınlar arasında asla…” gibi ifadeler katılmış, Tekvin 3. bab 17. cümlede de; “Kadına dedi: Zahmetini ve gebeliğini ziyadesi ile çoğaltacağım. Ağrı ile evlat doğuracaksın,” sözüyle Allah’ın kadını lanetlediği iddia edilmiştir.
Mü’min olmanın bir şartı da tüm semavi kitapların Allah(cc) kelamı olduğuna iman etmektir. Ama Kur’an-ı Kerim dışında diğer kitapların tahrif edildiği, o devrin sözde din adamlarının taşkınlıkları sonucu yaptıkları ekleme çıkarmalarla son halini aldığı da bir gerçektir. Aslında Yahudilik ve Hıristiyanlık ile o dönem çeşitli medeniyetlerde kadına reva görülen zulmü ıslah edebilme yönünde büyük adımlar atılmıştı. Hatta Hz. Meryem’in masumiyeti, taati ve başta Hz. İsa(as)’yı doğurmak gibi nice ihsanlara muhatap oluşu, kadınlığın şeytani bir yapı olmadığının, erkeklerde olduğu gibi kadınlarda da hayırlı ve şerli oluşun ölçüsünün ancak “takva” ile olacağının bir delili olarak da anlaşılabilirdi. Ancak, Tevrat’tan sonra İncil de, aynı müdahalelere maruz kalmış ve kadınlarla ilgili hususlarda tahriften nasibini almıştır. İncil’de; “Fakat kadının öğretmesine ve erkeğe hâkim olmasına izin vermem, ancak sükûtta olsun”[3] ibaresi ile kadının öğreticiliğine imkân verilmemiş, ibadetleri ve Rabbi ile olan ilişkisine, yine İncil’de yer alan şu emir ile sınır konmuştur: “Kiliselerde kadınlar sükût ederler, çünkü onlara söylemek için izin yoktur. Ve eğer bir şey öğrenmek isterlerse evde kendi kocalarına sorsunlar, çünkü kadına kilisede söylemek ayıptır.”[4]
Yukarıda zikredilenler İslam öncesi dönemde yaşayan kadınların hangi şartlarda hayatlarını sürdürmek zorunda kaldıklarının ipuçlarıdır. Bunun dışında eski Hint toplulukları, Mezopotamya, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetlerindeki vaziyet bundan çok daha kötü bir durumda idi. Hindulara göre kadın cehennemden de, yılan zehirinden de kötüdür. Çünkü necis ve pisliktir. O yüzden onlar satılır, takas edilir, kumarda meta olarak ortaya konur, et yiyemez, konuşamaz ve gülemezdi.[5] Eski Yunan’da kadın tüm kötülüklerin anası olarak görülürdü. Onlara göre ilk kadın olan Pandora, tüm kötülüklerin içinde bulunduğu bir kutunun ağzını açmış ve oradan dünyaya yayılmasına sebep olmuştur. Bu efsanenin kaynağı Hz. Havva ve Hz. Âdem’in dünyaya gönderiliş hadisesidir ve ona işaret eder.[6] Yine Yunan tarihçisi Herodot “Mezopotamya’da her kadının evlenmeden önce, bir kere tapınağın birinde kendini bir yabancıya teslim etmek zorunda olduğunu yazar. Eski Mısır’da ise firavunlar döneminde kardeşler arası evlenmelerin yaşandığı ileri sürülmektedir. Firavunların kız kardeşlerini helal eşler ilan ettikleri ve sayısız kadınlarla yaşadıkları, Tarih-i Taberi’de kaydedilmektedir.[7]
Devrinin en büyük ve en güçlü devletlerinden olan Sasani İran imparatorluğunda Mazdek dini yaygınlaşmış, hatta devletin resmi dini olmuştu. Kadını ve toprağı tüm insanlığın ortak mülkiyeti ilan etmişlerdir. Hatta bu dinin kurucusu Mazdek, imparator ve İmparatoriçeye hitaben onların sadece birbirlerine ait olmadıklarını, aksine kim olursa olsun bir erkeğin istediği kadına sahip olma hakkı olduğunu büyük bir rahatlıkla söylüyordu. Normal bir ailede, bu ahlaksızlıklara muhatap olan fertlerin ciddi tepkiler vermesi beklenir. Ancak insi şeytanların düşüncelerini din olarak kabul eden imparator’da ne bir kıskançlık ve öfke, imparatoriçede de utanma hissi meydana getirmiyordu.[8]
Bu iğrençlikler içerisinde Arap toplumunun da kendine has bir yeri vardı. Onlar da, soy-sop ve kabile taassubu yüzünden kız çocuklarını utanç kaynağı olarak görüp, toprağa diri diri gömüyor, yaşam hakkı tanıdıklarına da tıpkı bir eşya gibi istimal ediyorlardı. Mirastan pay alamıyor, mehirlerine babaları ya da kocaları el koyuyordu. Çoğu zaman koca boşadığı karısının başkasıyla evlenmesine engel oluyor, kendisi ise istediği kadar kadınla evlenebiliyordu. Kocanın defninden sonra kadının gelip üzerine elbisesini atan erkek, artık kadın üzerinde her tür hakka sahip sayılıyordu. İster nikâhlar, ister başkasıyla evlendirip başlık ya da mehrini kendine alırdı. Evlenmek ya da evlendirmek istememesi halinde ise kadın kendi iradesiyle evlenmeyi düşünemezdi bile. Kadının çocukları, mehri ya da kocasından kalan miras, kocasının kardeşleri tarafından alınır, bu durumda nikâhla beraber verilen mehrin hiçbir anlamı kalmazdı. Kesinlikle hiçbir güvencesi olmayan cahiliye devri kadınları, her an ortada kalma, arzusu dışında eşler edinmeye zorlanma yahut bir mal veya hayvan gibi satılıp, başka kadınlarla takas edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
İşte böyle özetlemeye çalıştığımız koca bir bataklığı kurutmak için müjdelerle gelen Kur’an-ı Kerim’in kadına bakış açısını, İslam’ın tebliğ edilişi ile beraber kadınların gösterdiği hızlı yönelişin ve ilk Müslümanlar arasında yerlerini alma nedenlerini anlamak için, tek başına şu kısa ayeti kerime bile yeterlidir: “Mümin erkekler ile mümin kadınlar birbirlerinin velileridir.”[9]
Günümüzde kadın hakları savunuculuğunu yapan Batı toplumu, yakın tarihlere kadar bile, kadınların en basit haklarından istifade etmesine engel olmuşlardır. Yedinci asırda kadının ruhu var mı yok mu tartışmaları çokça yaygınlaşmış, bu asırda Fransa’da kadının insan sayılıp sayılmayacağı görüşülmüş, ancak insan olmakla beraber erkeğin hizmetine sunulduğu kabul edilmiştir. Bu sözde büyük lütuflarına rağmen ancak 1789 Fransız ihtilalinden sonra bazı adımlar atılmış yine de 1938 gibi yakın bir zamana kadar Fransa, kadın, çocuk ve akıl hastalarını hukuki yönden ehliyetsiz saymıştır. İngiltere’de ise 1805 yılına kadar koca, karısını satma hakkına sahip olmuş,[10] bu kara lekeyi daha alınlarından silmeden, kadın hakları hususunda İslam ahkâmının kadın haklarını kısıtladığı yönünde temelsiz iddia ve iftiralar yöneltmişlerdir.
Allah’a emanet olun.
İnzar Dergisi
[1] Bakara-36
[2] İslam hukuku Hamdi Döndüren
[3] Timeteosa 1. mektup, 2, 12
[4] Korintoslulara 5. Mektup 14, 34, 35
[5] Kadının kimliği –Abdulkadir Et-Telidi
[6] Hicab- Mevdudi
[7] İslam Toplumu ve Çağımızda kadın-Melahat Aktaş
[8] İslam Peygamberi- cilt 1, M. Hamidullah
[9] Tevbe-71
[10] İslam’da Kadın ve Aile-Hayrettin Karaman