Beraet-i Zimmetin Asıl Olması

Kelime olarak beraet; temize çıkma, temizlik, münezzehiyet, giriftar olmama, bulaşık olmama, arî olma, temiz olma, ak olma, aklanma, hukukta suçlandığı bir davanın neticesinde suçsuz olduğunun anlaşılması ve ilanı gibi manalara gelir.

Beraet-i zimmetin manası: Kelime olarak beraet; temize çıkma, temizlik, münezzehiyet, giriftar olmama, bulaşık olmama, arî olma, temiz olma, ak olma, aklanma, hukukta suçlandığı bir davanın neticesinde suçsuz olduğunun anlaşılması ve ilanı gibi manalara gelir. Zimmet ise; borç, himayeyi temin eden ittifak, alakalı uhde, vicdan, mesuliyet, üst üste olan şey, koruma zorunda kalma, hazine sahibi manalarına gelir. Vergi toplayan alacaklıya zimmetdar denir. Beraet-i zimmet; zimmetinde borç veya günah gibi bir şey olmayış ve suçsuzluk demektir.

Genelde insanlar için kullanılan “Beraet-i zimmet asıldır” kaidesi; insanların doğuştan buluğ çağına gelinceye kadar günahsız olarak dünyaya geldiğini ifade eder.

Beraet-i zimmetin mahiyeti:

Fıkhi kaidelerden “Beraet-i zimmet asıldır” kaidesi, siyah’ı, beyaz’ı ve kızılderilisiyle hangi kavim, ırk ve soydan olursa olsun, ataları, dini ve dünyaya geldiği coğrafya ne olursa olsun bütün insanlar suçsuz, günahsız ve borçsuz doğarlar. Akıl, baliğ ve idrak çağına girinceye kadar da temiz ve günahsızdırlar. Yani insanlar zimmetlerinde borç ve günahtan beri (temiz ) olarak yaratılmışlardır. Günah ve sevap, akıl-baliğ ve idrak sahibi olduktan sonra kendi hür iradeleriyle elde edilen bir kazançtır.

Allah(cc), her insanı borçtan, günahtan ve her türlü suçtan ari olarak yaratmıştır. Bu nedenle dünyada doğan her insan için suç, borç veya günah sahibi olarak nitelenmesi değil de beraet-i zimmet esası üzere tavsif edilmesi zaruridir. Hakeza insanlar doğarken sevap sahibi olarak da doğmaz.

Bu hususta Allah(cc), Kur’an-ı Kerim’de: “Allah sizi analarınızın karınlarından kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı, size kulaklar, gözler, gönüller verdi. Ta ki şükredesiniz.”[i] diye buyurmaktadır.

İnsan ilk doğduğunda bir şey bilmez bir halde dünyaya gelir. Daha sonra bilgi vasıtaları ve bilgi ile onu idrak edebilecek akıl ve irade verilmiştir. Dolayısıyla doğmadan önce sevap ve günah işlemiş olma imkân ve ihtimali yoktur. Bununla beraber ana-babasını kavmini ve üzerinde dünyaya geleceği memleketi belirleme ve tercih etme imkânına da sahip değildir. Hatta rengini, ana dilini, fiziki yapısını ve akrabalarını dahi tayin etme imkânı yoktur. Bütün bu durumlar ve imtihanın sırrı nedeniyle insanları sevapsız ve günahsız olarak tertemiz halkedip imkân verdikten sonra verilen imkânlar dâhilinde kullarını imtihan eden ve imtihana yetecek bir hayat bahşeden ancak Allah(cc)tır.

Allah(cc) Hz. Âdem (as) ve Hz. Havva’yı yaratıp bütün insanlığı da bu ikisinin soyundan nesil olarak devam ettirmekle, bir yönüyle bütün insanlığın soy bakımından bir ve kardeş olduklarını vurgulamaktadır.

Bu hakikati beyanla Kur’an-ı Kerim’de: “Ey insanlar! Hakikat, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışasınız diye büyük büyük cemiyetler, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvada en ilerde olanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır”[ii] buyrulmaktadır.

Yaratılış itibariyle insanlar birbirinden üstün olmadığı gibi, hiçbir kavim, ırk ve kabile birbirinden üstün değildir. Üstünlük ancak takva (Allah (cc)’a kulluk ve kurbiyyet) derecesi iledir. Bundan (takvadan) başka hiçbir fert veya toplum yaratılış itibarıyla birbirinden farklı kıymete haiz değildir.

Bu hususta Resulullah(sav) bir hadisi şeriflerinde: “Ne Arab’ın Acem’e (Arab olmayana) ne Acem’in Arab’a bir üstünlüğü yoktur. Hepiniz Adem’in evlatlarısınız, Adem ise topraktan(yaratılmış)dır”[iii] buyurmuştur.

Hiçbir ırkın diğer bir ırk üzerine (yaratılışta) üstünlüğü yoktur. Bütün insanlığın atası Hz. Âdem(as)’dir. Cismani yönüyle O da topraktan yaratılmıştır. Manevi (ruhi) yönüyle ise her insan fıtrat dini olan İslam fıtratı üzerine (İslami hayata) uygun bir yaratılış ile halk olunmuştur. Ancak daha sonra ya Hıristiyanlığı ya Yahudiliği ya putperestliği veya İslam’ı seçer. Bu şekilde ebedi hayatı için de kendi liyakatine uygun olarak-mesuliyeti kendi iktisabı olmak üzere tercihini irade-i cüziyesiyle yapar.

Bu hususta Resul-i Ekrem(sav) bir hadis-i şeriflerinde: “Her doğan, fıtrat (dini) üzere doğar. Ataları Yahudi, Nasranî ve Mecusi yaparlar(öyle büyütürler).”[iv] diye buyurmuşlardır.

Bu hususta başka bir hadiste Resulullah (sav): “Yüce Allah buyuruyor ki, şüphesiz ben kullarımı hanif (Muvahhid) olarak yarattım. Şeytan onlara geldi (onları) dinlerinden ayırdı (ayrılığa düşürdü) onlara helal kıldığımı haram yaptı.”[v] diye buyurmuşlardır.

İnsanlığın fıtrat dini ve yegâne hak nizam olan İslam, insanların yaratılışta müsavi olduğunu hiç kimsenin veya kavmin bir diğerinden üstün olmadığını belirtip ilan etmektedir. İslam’ın dışında kalan beşeri veya muharref dinler ve de bütün beşeri ideoloji ve sistemler mutlaka bir kısmı diğerleri üzerine üstün ve ayrıcalıklı görürler. Söylemde eşitlik vurgusu yapsalar da uygulamada bu farklılık ve adaletsizlik kesin çizgilerle otaya çıkmaktadır.

Yahudiler, kendi ırklarını Allah(cc)’ın oğulları addediyor diğer bütün kavim ve milletleri ikinci ya da üçüncü sınıf insan olarak görüp kendilerine ancak hizmetçi (köle) gibi sayıyor öyle itikat ediyorlar. Hıristiyanların; bütün insanları doğuştan günahkâr addedip Hz. İsa(as)’nın (hâşâ) ilah olduğu iddiası ve hâşâ Allah(cc)’ın oğlu olarak insanlara kurban ettiği ve insanların da ancak doğduktan sonra vaftizle temizleneceği, bundan sonraki hayatlarından da İsa(as)’nın vekili sıfatıyla papaz ya da rahiplerin günah çıkartma metotları ile “en güzel bir şekilde yaratılmış olan” insanları yaratılışta suçlu görmeleri, hakeza sair batıl din ve ideolojilerin kendi perspektifiyle insanlığı çok daha farklı görmeleri bu haksız yargının ve değerlendirmenin açık birer ifadesidir.

Bunun içindir ki, İslam nizamının dışındaki bütün inanç ve sistemler, insanlık âlemine ancak zulüm, huzursuzluk ve felaket getirmiş ve getirmektedir. Esasen bütün peygamberler insanlığı hakka, tevhide ve kula kulluğu bırakıp sadece Allah(cc)’a kulluk yapmaya davet ederken ırk, kabile ve soy ayrımcılığı yapmamış ve de yaratılış itibariyle hiçbir ferdi ve toplumu diğerinden üstün tutmamışlardır.

Zaten bütün insanlığın bir soydan (Hz. Âdem ile Havva’dan) geldiğini belirtmiş ve vurgulamıştık. Yaratılıştan da bütün insanlar masumdurlar. Yani Beraet-i zimmet asıldır. İnsanlık tarihi boyunca; akvam-ı beşer arasında ayrımcılık yapan, insanlığın büyük bir kısmını mahkûm eden, köleleştirip bir mal veya eşya gibi satan ikinci veya üçüncü sınıflara ayıran, soykırımlar uygulayarak kundaktaki çocuklara varıncaya kadar katledip nice kabileleri ve ırkları ortadan kaldırmaya çalışan ve insanlara en alçakça işkenceyi ve vahşeti uygulayanların hepsi tamamen beşeri sistemlerin ve ideolojilerin haklılığından dem vuran güç sahipleri olmuştur. Hiçbir beşeri sistemde gerçek manada hak ve adalet olmaz. İslam’dan başka hiçbir sistemde yani insanın heva ve heveslerinden uydurulan hiçbir düzen haksızlık ve zulümden arî olmaz. Çünkü her nefis sahibi uymuş olduğu kendi nefsinin hevasını başkasına üstün görür. Bu, Allah(cc)’a baş eğmemiş (huşusuz) olan her heva-i nefsin arzusu ve karakteridir. Kıstasları, beşeri sistemler veya heva-i nefis olanların; başka insanları masum (beraet-i zimmet sahibi) görebileceklerine inanmak, şeytanın insana sadık dost olabileceğine inanmak kadar abes ve imkânsızdır.

Bizzat Allah Resulü (sav)’nün uygulamasıyla örnek teşkil eden İslam nizamının yeryüzünde uygulandığı memleketlerde Müslim, gayr-ı Müslim onlarca kabile ve ırk huzurla yaşamış hatta İslam’ın hâkimiyeti altında zimmet akdi ile yaşayan Hıristiyan toplumlar, Hıristiyan devletlerin ordularıyla savaşmakta olan İslam ordularının muzaffer olması için dua etmişlerdir. Fakat gayr-i İslami sistemlerde insanlığa tahakküm edenler değil fertlerin, kendilerinden olmayan kitlelerin dahi beraet-i zimmetlerini tanımıyorlar. Kendi hegemonyaları ve menfaatlerinin devamı için her gün kendilerinden olmayan binlerce insanın ölüm açlık ve sefalete duçar olmasına sebep olurken zerre kadar vicdan azabı çekmiyorlar. Bu halde de insan hakları, barış ve dostluk sloganlarının tek sahibi olarak kendilerini lanse ediyorlar.

Beraet-i zimmet’in başka bir manası da; delillerle suçu sabit oluncaya veya gönüllü itiraf zahir oluncaya kadar hiçbir kimseye suçlu muamelesinin yapılmamasıdır. Yani İslam’da zan ve şüphe üzerine biri yakalanıp fiziki veya psikolojik baskı (işkence) ile suç kabul ettirmek yoluna gidilmez. Bu da; suç sabit oluncaya kadar insanlar için beraet-i zimmet’in asıl olması demektir.

Fakat varlığını silahlı güce dayandıran bütün beşeri sistemler kendileri gibi düşünmeyen herkesi (özellikle Müslümanları) potansiyel düşman olarak gördükleri için şüphe ve zan üzerine nezarete aldıkları insanlara baskı ile isnat ettikleri suçları kabul ettirmek suretiyle en ağır cezalarla tecziye edebiliyorlar. Günümüzdeki beşeri hukukların -ister sanıktan delile, ister delilden sanık’a usulü olsun- hepsinde müstekbir güçler hepsi bu yolu takip etmişlerdir. Bu durum büyük zulümleri doğurabiliyor. Şöyle ki; zanlı çoğu kez suçlu olmasa dahi, en alçakça işkencelere tabi tutuluyor, günler, aylar belki yıllar boyu zindanlarda kalıyor, bazen ölümle de sonuçlanıyor. Böylece sadece zanlı değil, beraberinde yakınları da mağdur oluyor.

Oysaki İslam’da beraet-i zimmet asıldır. Hatta bu münasebetle gizli işlenen suçların araştırılması veya ifşası için çalışılmaz. Suç, toplumsal mefsedet meydana getirmediği müddetçe dünyevi cezaya tabi tutulmaz. Kul ile Allah(cc) arasında kalıp ahirette muamele görür. Ancak genelde emr-i bil maruf ve nehyi anil münker kapsamında nasihat ve irşad yoluna gidilir.

Günümüzde en çok medeni olduklarını iddia eden ve en çok insan hakları savunuculuğunu yapan batı ve -kulağı geçen boynuz gibi- onun gayri meşru çocuğu olan Amerika’nın elinde dünya halklarının nasıl kara günler yaşamakta olduğuna her akl-ı selim sahibi şahid olmaktadır. Kuruluşunda temel taşlarını oluşturdukları BM’nin ve ona bağlı bütün devletlerin -doğrudan veya dolaylı olarak- iplerini ellerine geçirmek suretiyle sırf kendi emperyalist emelleri uğruna bütün yeryüzünü sömürme aracı olarak kullanmaktadırlar. Dünya yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çeşitli yollarla sömürüp her coğrafya parçası üzerindeki halkların başlarına kendi sistemleri ile onu tahakküm ettiren kiralık uşakları vasıtasıyla adeta bir zulüm atmosferi meydana getirmişlerdir. Bu arada bazen yardım veya kredi adı altında cüz-i miktarda şartlı ekonomik finansman sağlamak, bazen de kendi uşaklarına halklarının üzerinden zulmü biraz hafifletici telkinlerde bulunma ve bunu ilan etmekle adil, medeni ve insan haklarına riayet ediyor gibi kendilerini lanse etme riyakârlığından da çekinmiyorlar.

Yüzyıllardan beridir milyonlarca insanın haklarını sömüren, milyonlarca insanı katleden, doğrudan veya dolaylı olarak kıtaları işgal eden sistemlerin ve tahakkümcülerinin adaletten, medeniyetten, eşitlikten ve insan haklarından bahsetmeye hiç mi hiç hakları olamaz. İnsanlık tarihi gayri İslami sistemlerin ve uygulayıcılarının vahşetleri ve haksızlıkları ile doludur. Fakat konumuz gereği ancak bir iki cümle ile geçmek durumundayız.

Şu muhakkaktır ki sistemlerin ve iktidarların insanlara insan gibi muamele etmeleri için sözde insan hakları beyannamesi değil, beraet-i zimmet’in esasını içeren İslam’ı, Hatem-ül Enbiya(sav)’nın uygulamasını ve Veda Hutbesi’ndeki Evrensel İnsan Hakları mesajlarını alıp kendilerine rehber ve şiar edinmeleri şarttır. Kıyamete kadar geçerli olmak üzere insanlığın en büyük ve yegâne medeniyeti budur. İslam’ın dışında gerçek medeniyet yoktur. ‘Kıyl u Kal’e bakılmaksızın tarihin tanıklığı ile sabittir ki bütün beşeri sistemlerin uygulamaları insanların beraetini değil, bilakis potansiyel suçlu olduğunu esas almıştır ve bu hal günümüzde de devam etmektedir. Berat-i zimmet’in asıl olduğu esası ancak İslami nassların insana verdiği değerden ortaya çıkan bir kaidedir.

Hülasa beraet-i zimmetin asıl olduğu kaidesi İslam’ın insana vermiş olduğu insanlık hakkı’nın bir ifadesidir. Bu kaide, insanlar hakkında diğer insanların özellikle devlet erkânının ön yargılı değil, bilakis hüsn-ü zanda bulunmasının gereğinin de bir ifadesidir. Beraet-i zimmetin hilafına insanları kısım kısım potansiyel suçlu olarak gören insanlar ve devletler insanlık suçu işlemektedir.

İnzar Dergisi

İslam ve Kur'an Haberleri

[i] Nahl: 78

[ii] Hucurat: 13

[iii] Buhari-Müslim: Veda Hutbesi

[iv] Riyaz-üs Salihin (hadis muttefekun aleyhtir)

[v] Müsned

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

İslam Ve Kuran Haberleri

Rahmet ve mağfiret dolu "üç aylar" başlıyor
Yılbaşı kutlamaları ve şans oyunları haramdır
2025 hac kayıtları 15 Kasım'a kadar yapılabilecek
"Gıdada haram ve helale dikkat edilmemesi toplumsal çöküntüye neden olur"
Kazasının olup olmadığıyla ilgili şüphesi bulunan kimsenin durumu