(H. 61-101, M. 681-720)
“Resulullah (sav) ve O’ndan sonra gelen halifeler bir çığır açmışlardır. Buna bağlanmak; Allah’ın kitabına uymak, Allah’a itaati tekmil etmek ve Allah’ın dinine güç katmak demektir. Sonra gelen hiç kimsenin bunu değiştirmeye, hiçbir görüşün buna aykırı düşmeye hakkı yoktur.
Bu sünnete sarılan, doğru yolu bulur. Ondan yardım alan kazanır.
Kim de onu terk ederse şu ayetin muhatabı olur:
“Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, Resul’e muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nisa: 115)”(Ömer b. Abdulaziz’e ait bir söz, Mezhepler Tarihi-M.Ebu Zehra)
Hz. Ömer b. Hattab (ra), hilafeti döneminde bir gün sabaha karşı Medine sokaklarında dolaşırken evin birinden bir anne ile kızının tartışmalarını duyar. Hz. Ömer, kapı önünde durur ve dinler. Anne, kızına; “Şu süte biraz su kat” demekte, kız ise; “Mü’minlerin emiri süte su karıştırmayı yasakladı” diye cevap vermektedir. Annenin; “Kızım! Mü’minlerin emiri şimdi nereden duyacak?” demesi üzerine kız; “Görünüşte ona itaat edip arkasından isyan mı edelim? Ömer’in kendisi görmüyorsa bile onun Rabbi görmektedir!” der.
Hz. Ömer o evi hafızaya iyice yerleştirir ve eve döndüğünde oğlu Asım’a tarif eder. Kimsenin nikahında değilse kızı nikahlamasını tavsiye edip bu evlilikten hayırlı bir evlat doğacağını umduğunu söyler. Asım da gidip mezkur hanımla evlenir. İşte Ömer b. Abdulaziz, Asım’ın bu evliliğinden doğan kızının oğludur.[1]
“Hz. Peygamber (sav)’in vefatından sonra İslam’ın uygulanmasında son derece titiz davranan Hulefa-i Raşidîn devrinde İslam fetihleri hızla ilerliyor, İslam devletinin sınırları Kuzey Afrika’dan Orta Asya kapılarına ve kuzeyden Azerbeycan ile Kuzey Doğu Anadolu’ya kadar genişliyordu. Hicri 40 yılına kadar… Bazı fitnelerin dışında İslam hakimiyeti son derece mükemmel bir şekilde uygulanmıştı. Bu dönemde İslam hilafeti Kur’an ve Sünnete uygun bir tarzda tatbik edilmişti.
Ama maalesef bir çok sahabinin ve ehl-i beytin muhalefetine rağmen, hilafet saltanata dönüştürülmüş, buna karşı çıkan bir çok sahabe ve Said b. El-Müseyyeb, Said b. Cübeyr gibi ileri gelen tabiilerin direnmeleri büyük zulümlerle kırılmış ve Emevî saltanatı kurulmuştu.”[2]
“Hz. Peygamber (sav)’in sohbet ve telkinleri ve Hulefa-i Raşidin’in gayretlerine rağmen; küllenen eski cahiliye adetleri, yarı eğitilmiş, olgunlaşmamış Müslümanlarda ve yeni yetişen Arap soyunda kabarıp gelişmeye başladı. Bütün devlet düzeninin, idare çarkının etrafında döndüğü saltanat mihveri Kitap ve Sünnet’ten ayrılıp Arap siyaseti ve ülke menfaati şekline döndü. İslam’ın sürüp dışarı çıkardığı, yurtdışı ettiği, sürgüne gönderdiği Arap ırkçılığı ruhu ve onunla övünme tekrar geldi. Davranışların ve ahlakın itici güçleri, yaptırıcıları; cahiliye devrinin alışkanlıkları olan övme, övünme, şan-şöhret elde etme, üstünlük kazanma ve kabadayılıklar oldu.
Müslümanlardan kuruş kuruş toplanan devlet hazinesine ait paralar halifenin şahsi malı ve aile mülkü haline geldi. Şiiri bir geçim kaynağı edinmiş şairlerden, yağcı saray görevlilerinden ve şahsiyetsiz, haysiyetsiz ikinci derece yöneticilerden kurulu bir sınıf türemişti. Müslümanların serveti hiç çekinilmeden bu sınıfa harcanıyor ve onların densizliklerine göz yumuluyordu. Müzik dinlemek ve musikiye kendini kaptırmak son haddine ulaşmıştı.
Devletin yanlış tutumundan ve devlet adamlarının din dışı hayatından bütün İslam toplumu etkileniyordu. Neticede ortaya bir “Mütrefin” (lüks hayat sürdürenler) sınıfı çıkmıştı ki bunların ahlak ve karakteri eski cahiliye düzeninkilere neredeyse uyuyordu. Öyle anlaşılıyordu ki yara almış, yerilmiş cahiliye; galip rakibinden bu şekilde intikam almak için ayaklanmıştı da kırk senenin hesabını bir günde görmek istiyordu.
…
Siyasi değişimin, tesirleri genişlemeye, gittikçe derinleşmeye yüz tuttu. İslam’ın temel ahlak özelliklerinin koruyucusu ve İslam’ın birinci asrının yadigarı olan dini kişiliklere sahip büyük zatlar da azalmaya başladı. Devlet idaresinin tesir sahası genişledi ve daha da sağlamlaştı. Bizzat devlet idaresinin kendi içinde esaslı bir inkılab olmadan dini ve ahlaki bir inkılabın olması zordu.
Emevi idaresi öyle sağlam askeri temellere dayanıyordu ki onu kolaylıkla sarsmak imkânsızdı. O günlerde içerde ve dışarıda savaş alanında bu saltanatı yenecek hiçbir güç bulunmuyordu… Efendimiz Hz Hüseyn (r.a)’in samimi ve canını feda edercesine harekete geçişi ile Hz. Abdullah b. Zübeyr (r.a)’in cesurca karşı çıkışı -zahiren- başarısızlığa uğramıştı. Yakın bir zamanda başarılı bir askeri inkılâbın olabilmesine dair hiçbir işaret de yoktu. Kişisel ve babadan oğula aktarılıp gelen devlet idaresinin değiştirilmesi ve ıslah kapısı kapatılmıştı. Öyle anlaşılıyordu ki gelecek için asırlarca Müslümanların talihi mühürlenmişti. O zaman İslam’ın başarı kazanması ve durumun değişmesi için bir mucize gerekiyordu. İşte o mucize ortaya çıkıp kendini gösterdi.”[3]
Ömer b. Abdulaziz H.61 veya 63 yılında Medine’de veyahut Mısır’daki Hülvan isimli bir kasabada doğdu. Babası Abdulaziz b. Abdulmelik b. Mervan b. Hakem’dir.
“Ömer b. Abdulaziz’in yetiştiği dönem, İslami ilimlerde seçkin âlimler tarafından yürütülen yoğun ilmi faaliyetlerin yaşandığı bir dönemdir. Resulullah (sav)’ın hadisleri derlenmeye başlanmış, özellikle mutlak müctehid seviyesinde âlimlerin gözetiminde fıkhi sahada çalışmalar yoğunlaşmıştı. Ömer b. Abdulaziz, İslam ilim tarihinde isimleri hiçbir zaman unutulmayacak olan bu müctehid âlimlerin çevresinde gençlik yıllarını ilim tahsil etmekle geçirmiştir.”[4]
Mısır’a vali olarak tayin edilen babası onu da beraberinde götürmek istemiş, fakat ilme olan iştiyakı nedeniyle kendisi Medine’ye gitmeyi tercih etmiş, tabiinlerin büyüklerinden Salih b. Keysan’ın eğitim ve terbiyesi altına girmiştir.
“Ömer b. Abdulaziz çocuk yaşta iken bir gün ağladığı görüldü. Annesi gelip ona niçin ağladığını sormuş, o da; “Ölüm ve sonrasını hatırladım da onun için ağlıyorum” demişti.
Babası o yıl hac farizasını yerine getirmek için Medine’ye geldiğinde oğlunu Salih b. Keysan’dan sormuş, o da şunu söylemişti: “Kalbinde Allah korkusunun bu kadar yerleştiğini gördüğüm kimse yoktur.”[5]
Kendisi Medine’de ilim tahsil etmekle meşgul iken Mısır’da bulunan babasının vefat etmesi üzerine amcası Abdulmelik b. Mervan onu çocukları arasına alıp büyük bir ihtimam ve ilgi göstermiş, liyakati tarihçilerce tasdik edilmiş olan kızı Fatıma’yı ona nikâhlamıştı.
Devam edecek…
İnzar Dergisi
[1] Ömer b. Abdulaziz, Ahmet Ağırakça S: 64-65; İslam Önderleri Tarihi-1, En-Nedvi S: 59
[2] Ömer b. Abdulaziz, Ahmet Ağırakça S: 62
[3] İslam önderleri Tarihi-1, En-Nedvi, Emeviler döneminde cahili eğilimler ve etkileri
[4] Şamil İslam Ansiklopedisi
[5] Ömer b. Abdulaziz, Ahmet Ağırakça S: 66-67