Yedikıta dergisine konuşan ve tarihte sömürgeciliğin 250 yıla damga vurduğunu ifade eden Prof. Dr. Azmi Özcan, "Sömürgecilik aslında son 250 yılımıza damgasını vuran bir başlık.
Tarih boyunca birçok tarifi yapılmış ama bana en veciz gelenlerinden bir tanesi, bir Afrika köylüsünün yaptığı tarif. Sömürgeciliği kendi hali ve lisanında şöyle tanımlıyor: "Beyaz adam bizim topraklarımıza geldiğinde onun ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız ve inciler vardı. Şimdi bizim elimizde İncil var. Beyaz Adam'ın ellerindeyse bizim topraklarımız. Sömürgecilik denince biz genellikle siyasi ve ekonomik alanları anlıyoruz veya öyle anlatıyorlar bize. Ama asıl zihniyet sömürgeciliği üzerinde de biraz konuşmakta fayda var" diye konuştu.
Sömürgeciliğin ortaya çıkışı ve gelişim sürecini nasıl özetlersiniz?
A.Özcan: Hikâyeyi şöyle başlatalım; dünya tarihinde hâkim bulunduğumuz dönemler (MS. 7 ve 15. asır) genellikle bir kalemle geçilen, karanlık çağlar olarak adlandırılır. İşte bu dönem tam da dünya tarihinde bizim bulunduğumuz zamanlardır. MS. 7. asra dönelim şimdi; tarihte kaydı olmayan bir coğrafyada, o günün dünyasının iki hâkim medeniyetinin -Sasani ve Bizans- burçlarının dibinde bir din doğuyor ve o din, doğduğu andan itibaren bulunduğu coğrafyaya yayılarak yükselişe geçiyor. Bu bir kırılma noktası. İlk otuz sene içerisinde bütün Hicaz Yarımadası ve ilk yüz sene içerisinde de İspanya'dan Çin'e kadar olan muazzam bir coğrafyada hem ruhuyla, hem fizikiyle var oluyor. Buna İslam Medeniyeti diyoruz. İslam Medeniyeti kendi dinamikleri içinde Sasani ve Bizans'a rağmen yükselen bir medeniyet. Ancak bu medeniyetin ilerleyişi de zaman içerisinde yavaşlıyor ve tam da bu sıralarda tarihte yaşanan bir başka kırılma sebebiyle Türkler bu medeniyete dâhil oluyorlar. Moğol istilası akabinde de bizim coğrafyada Osmanlılar, Türkistan coğrafyasında hanlıklar, Hindistan coğrafyasında Babürlüler olmak üzere o günün bilinen dünyasının aşağı yukarı 3/2'sini bir şekilde kontrol eden, nizam koyan bir Türkistan medeniyeti doğuyor. Batı, yani bugünün hâkim medeniyetiyse o sıralarda Viyana'ya kadar Osmanlı ilerleyişi, İspanya'dan Endülüs ve diğer taraflardan Türk hanedanlarının baskısıyla âdeta yok olmak üzere.
Batı Medeniyeti derken sadece Avrupa'yı mı kastediyorsunuz?
A.Özcan: Evet, sadece Avrupa'yı kastediyorum çünkü; bahsettiğim dönemde Amerika kıtası henüz yok ve kadim dünyanın hâkimiyeti Müslümanlar ve Türklerin elinde. Kalan Avrupa Viyana'yla Fransa arasına sıkışmış durumda. Ada devletteyse Anglosaksonlar bulunuyor. Bu devletler bir taraftan kendi kökleri itibariyle Yunan, Roma, Latin geleneğine, bir taraftan da yine bizim bulunduğumuz mevkiden beslenen Hıristiyanlığa dayalı bir kimlik arayışı içerisinde âdeta rüştlerini ispat etmeye çalışıyorlar. Bir taraftan Müslümanların fetih hareketleri var, diğer taraftan içeride din ve mezhep savaşları, tabii afetler ve salgın hastalıklarla boğuşuyorlar. Feodalite nedeniyle o küçücük Avrupa kıtasında yüzlerce derebeyi kendi içlerinde belirsiz bir çekişmenin içerisinde. İşte bu sırada çare olarak, kurtuluş olarak dünyaya açılıyorlar. Çünkü yapabilecek pek bir şeyleri kalmamış. İşte bu dünyaya açılma süreci tarihteki bir başka büyük kırılmaya sebep oluyor. Demek ki, biz bu sömürgecilik bahsini konuşurken, bulunduğumuz konumu ve zamanı anlayabilmek için iki şeyi izah etmek durumundayız. Bir; İslam medeniyetinin yükselişi. İki; bu İslam medeniyeti belki de Osmanlılarla zirvesine ulaştığı bir zamanda yine âdeta hiçbir şey yokken bir Batı medeniyetinin yükselişi. Tarih içerisinde bu tür kırılmalar hep var. Zaten bizim dünyamızın tarihini de bir şekilde anlamak istiyorsak başta bu ikisi olmak üzere bütün tarihî kırılmaları da kendi var oluş maceramızda bir yerlere oturtmak zorundayız.
Çizdiğiniz tablo Batı medeniyetinin ciddi bir düşüşte olduğunu gösteriyor. Peki, bu düşüş nasıl oluyor da önüne kattığı her şeyi yutan bir yükselişe dönüşüyor?
A.Özcan: Batı'nın yükselişi bahsini ettiğimiz denizlere açılmayla yaşanan kırılmayla başlıyor. Aslında denizlere açıldıkları zaman amaçları Hint'i bulmaktı, bu yüzden de buldukları ilk toprak parçasına Hint demişlerdi. Aslında orası Karayipler'di, Amerika'ydı. Bugün de hâlâ literatürde oralara Batı Hindistan derler ve orada yaşayan yerlilere de West Indiana derler. Bunu özellikle söyleme ihtiyacı hissettim. Çünkü belki çeşitli kitaplarda Amerika kıtasında ya da Batısında yaşayan insanlara neden Batı Hindistanlı denildiğini merak ediyorsunuzdur. Avrupalılar oraları buldukları zaman oradaki yerlilere de, özellikle Kızılderililere West Indian demişlerdi.
Peki ya Doğu'ya gidenler?
A.Özcan: Evet, Avrupalı denizcilerin bir kısmı Batı'ya gitmişti. Ama sömürgecilik çağlarının başlaması Ümit Burnu ve Afrika kıyılarından geçerek Doğu'ya giden denizcilerle başladı. Doğu'ya gidenler Afrika kıyıları, Hicaz Yarımadası ve oradan da Hindistan'a, Çin'e, Endonezya kıyılarına uzanmışlardı. Macera da aşağı yukarı böyle başlamış aslında. Bu tamamen siyasi ve ekonomik ihtiyaçlarla şekillenmiş bir yolculuk neticesinde karşımıza çıkan bir şey. Avrupa'da var olabilmek için ihtiyaç duydukları her şeyle karşılaşmışlardı o topraklarda; yiyecek, içecek, altın ve diğer kıymetli madenler. Doğu'ya gittiklerinde buna ilaveten bir de ipek ve baharat gibi zamanın kıymetli emtiaları var.
Sömürgecilikten anlamamız gereken şey Doğu'daki yerli halkların katledilmesi mi? Yoksa daha geniş ve çok yönlü bir ifade mi sömürgecilik?
A.Özcan: Başlangıçtaki katliamlar sonraki yüzyıllarda yaşananların yanında çok fazla anlam ifade etmiyor aslında. Doğu'ya giden Avrupalılar burada kendilerinden daha gelişmiş bir medeniyet seviyesiyle, Batı'daysa daha ilkel bir seviyeyle karşılaşmışlardı. Doğu'da ilk yaptıkları şey yerli hâkimlerden izin alarak ticaret yapmak olmuştu. O dönemin mesela, Hindistan'daki hâkimleri Babürlüler hem teknolojik, hem ekonomik olarak Avrupa'dan çok yüksekte idi. Avrupalı tüccarlar kıyı bölgelerinde kurdukları küçük kolonilerle işe başlıyorlar. Bu koloniler, tarihe mâl olacak olan "kolonyalizm" kelimesinin türemesine sebep oluyor. Yani Sömürgeciliğin bu eşikten f ilizlenmeye başladığını söyleyebiliriz.
Yeryüzü tarihine baktığımız zaman hâkimiyet mücadelesinde değişmez bir formatla karşılaşıyoruz ve mutlaka şu üç sınıf bir şekilde işin içerisine girmek zorunda: Din adamları, tüccarlar ve arkasından da askerler. Gittiğiniz bölgeleri tahlil edeceksiniz, tüccarlarla bu işi finanse edeceksiniz, daha sonra askerlerle ele geçireceksiniz, böyle bir mekanizma. Evet, Doğu'daki başlangıç aşağı yukarı böyle.
Bahsettiklerinizin herhangi bir fetihten farkı ne? Ayrıca anladığım kadarıyla sadece ticari bir faaliyet söz konusu?
A.Özcan: Sadece ticari bir faaliyet olduğunu söylemek yanlış olur, çünkü bir zaman sonra Batılılar şu soruyu sormaya başlamışlar kendilerine; "Biz paramızı bırakıyoruz, Doğu'nun değerlerini satın alıyoruz ve ülkelerimize dönüyoruz. Ama acaba Doğu'nun değerlerine para ödemeden sahip olmanın ve paramızı geri almanın bir yolu var mı?" İşte bizim sömürgecilik dediğimiz dönemin başlangıcı da aşağı yukarı böyle. Yani genel tanımıyla sömürgecilik; fetihten farklı olarak, içerisinde insan kaynağı da olmak üzere her türlü kaynağı haksız yere ve zorla el koyarak tasarruf etmek, sömürünün tarif i bu. Şimdi bunu yapabilmek için bir medeniyete mensup ve mutlaka f ikrî bir arka plana sahip olmanız lazım. Bunu yapmak kolay değil. Bunun hukuk dilindeki karşılığı gasptır değil mi ve gasp bir insanlık suçudur. Ama siz bunu yapacaksınız, yapmaya karar vermişsiniz, bunun için bütün dinamiklerinizi harekete geçirmişsiniz. Başkalarına ait her türlü kaynağa zorla sahip olacak ama bir taraftan da kendinizi meşru göstermek kaygısı taşıyacaksınız, bu benim hakkım diyeceksiniz. İşte bunu diyebilmek için altyapı oluşturuluyor. Yani bir ticaret macerasından sonra bundan vazgeçip, el koyma dönemine başlıyorsunuz. Bunu da kendi vicdanınızda, bulunduğunuz toplumda ve medeniyette haklı göstermek zorundasınız. İşte tam bu sırada yavaş yavaş yükselmekte olan natüralizm, pozitivizm gibi inançlar ve reformun bize bıraktığı tortular imdada yetişiyor. Bu sürecin sonu da tahmin ettiğiniz gibi ırkçılığa kadar uzanan ve 19. yüzyılda da Darwin'den beslenen ancak güçlü olanın yaşamaya hakkı olduğu, ancak güçlü olanın yaşayabileceği bir zihnî arka plana doğru giden yolculuk başlıyor.
Soru şuydu; "Biz acaba bunlara verdiğimiz paraları da bir şekilde alabilir miyiz?" İşte bu bir şekilde alabilir miyiz sorusu can alıcı bir soru, çünkü bir şekilde alabilmeniz için iki yolunuz var. Bir; ya zorla alacaksınız ama henüz şartlar müsait değil, ona da sıra gelecek. 16. yüzyıldan itibaren şöyle bir mekanizmayı ihdas ediyorlar: Nasıl ki biz onlardan bir şeyler alıyorsak, onlar da bizim ürettiklerimizi bizden satın alsınlar. Bu noktada sordukları soru iyi, ama Avrupa'da bulunup da bizim onlara satabileceğimiz neyimiz var? Artık günümüzde modern bir bilim olan pazarlamanın ilk nüveleri de akademik manada daha o zaman ortaya çıkıyor işte. Eğer Doğulular bizim ürünlerimizi talep etmiyorlarsa, o zaman talep ve pazar oluşturalım diyorlar. Peki bunu nasıl oluşturabiliriz, nasıl olur da Doğulular bizim ürünlerimize ilgi gösterirler? Bunu yapabilmek için biliyorsunuz ki, günümüzde değişmeyen önemli bir şey var: Fuarlar, reklamlar... Fakat o günün şartlarında fuar ve reklam imkânı pek yok. Doğrudan doğruya bu işi pazarlamak da söz konusu değil, önce talep oluşturmanız lazım.
İlginç bir noktaya getirdiniz konuyu. Asırlar önce haberleşme ve ulaşım imkânlarının son derece sınırlı olduğu bir dönemde ticaret yapabilmek için nasıl talep oluşturulur ki?
A.Özcan: Talep oluşturmak için yaptıkları ve bugün de geçerli olan bir şey var; aslında bize biraz da kasıtlı olarak yanlış aktarılan bir faaliyet alanı; "Misyonerlik". Misyonerlik genellikle dünyayı Hıristiyanlaştırma faaliyeti olarak bilinilir. Kavramın bu anlama gelebilecek pek çok örnekleri sergilenebilir ama faaliyetin çıktığı yer, çıktığı zemin, çıkış amacı olarak düşündüğünüz zaman bunun ötesinde başka amaçların olduğu tarihî uygulamalarla çok açık ve net bir şekilde önümüzde. Misyonerlik başlangıcında olduğu gibi sadece Hıristiyanlığı insanlığa yaymak için kullanılan bir tabir değil. Modern misyonerlik, sömürge alanlarını genişletmek için kullanılan bir araç. Dönemin yerli halklarının güvenini kazanmak için bir yol. Bu yüzdendir ki misyonerlik faaliyetleri genellikle insani yardımlarla; eğitim, sağlık, ziraî teknolojiler ve buna benzer faaliyetlerle yerli halka yardımcı olmak şeklinde dünyaya yayılmış. Misyonerlerin faaliyetlerini kesinlikle şirketler f inanse etmektedir. Bugün de geçmişte de sömürgeciliğin başladığı dönemlerde de misyonerleri götürenler, Doğu'yla ticaret yapan f irmalardır ve firmaların varlık nedeni para kazanmaktır. Bugün de öyledir ve f irmalar herhangi bir faaliyete, herhangi bir sermayeye yatırım yaptıkları zaman nihai noktada bu faaliyetle birlikte sermayelerinin kâr getirecek orana yükselmesini beklerler. O zaman da öyledir, misyonerler Batı'daki hayat tarzlarını Batı'da yaşadıkları şekilde kalabalık aileler, topluluklar şeklinde Avrupa'dan kalkıp, Doğu'nun çeşitli yerlerine giderek görünürde eğitim, sağlık, tarım ve doğanın ıslahı gibi meselelerde halka yardımcı olmak ama gerçekte kendi hayat tarzlarını Doğulu toplumlara örneklemek ve tanıtmak ve akabinde de kendi hayat tarzlarının ürünlerine talep oluşturarak bu talebi artırmak için faaliyet gösteriyorlardı. Çok net bir formülü vardır. Eğer kendi hayat tarzınızı başka bir topluma ihraç edebiliyorsanız, yani kendi kültürünüzü başka bir topluma tanıtıp, kabul ettirebiliyorsanız, o zaman kendi kültürünüzün ürünlerini de tanıtıp kabul ettirirsiniz ve ona talebi yükseltirsiniz. Başlangıçta bunun en yaygın yöntemi Misyonerlikti. Ama Misyonerlik günümüzde milyonların hedef ini ve zihnini saptırmak için bambaşka bir şey. Bir Hıristiyanlık-Müslümanlık çekişmesi olarak sunuluyor. Saptırılmaya çalışılan şey, misyonerlerin aslında dinî değil sosyo-kültürel bir değişimin peşinde oldukları. Yani Misyonerlerin sadece "masum Türk vatandaşlarını Hıristiyan yapmak" gibi bir kaygıları yok. Misyonerlerin öncelikli olarak yapmak istediği şey kitlelerin kültürünü ve kimliğini değiştirmek, yalnızca adlarını değiştirmek değil. Misyoner belli bir görevin icrası için çalışan kadrolar demektir. Herhangi bir kültürün ve hayat tarzının savunucusu olan herkes o hayat tarzının ve kültürün misyoneridir.
Misyonerlerin asıl faaliyetlerini çözümlerken sömürgeciliğin felsef i tanımını da yapıyorsunuz aslında.
A.Özcan: Felsef i açıdan sömürgeciliğin birkaç boyutu var. Sömürgecilik dediğimiz zaman aklımıza gelmesi gereken boyutlardan bir tanesi askerî ve siyasî hâkimiyet, bir tanesi psikolojik unsurlar. Hemen her insanda olan bencillik, egoizm ve psikolojik unsurun içinde ırkçılık da var. "Benim temsil ettiğim ırk, kültür ya da medeniyet üstündür!" anlayışı. Sömürgeciliğin varlık nedenlerinden belki de en önemlisi sürecin ekonomik boyutu. Elbette ki sömürgeciler dünyanın herhangi bir yerine uzandıkları zaman oradaki öncelikli hedeflerinden birisi ekonomik sömürüdür. Meselenin psikolojik ve dinî boyutunu da buna ilave edebilirsiniz. Ama bunu öncelikli bir amaç yapmak yerine dünya ticaretine hâkim olup, kendi maddi değerlerimi dünyaya pazarladığım, bunu yapmak için de misyonerleri "öteki" halkların yaşadığı coğrafyalara gönderdiğim bir süreç. Nitekim misyonerlerin Batı'nın kültürünü ihraç etmek üzere insanî (!) gayelerle yerli halk arasında yaşayarak oluşturdukları bu sürecin sonunda ise Doğu'da da Batı'nın ürünlerine talep yükselmeye başlamış ve böylece Doğu da Batı'nın ürünlerini satın almaya başlamış. Yani dönemin dünya haritasına şöyle bir bakacak olursak; gemiler Avrupa'dan Batı'nın ürünleriyle Doğu'ya gidiyor, Doğulular bunları satın alıyorlar, sonra o paralarla Batılılar Doğuluların emtialarını alıyorlar. Böylece rövanş gerçekleşmiş oluyor ve gittikçe genişleyen sömürü düzeni de bu şekilde başlamış oluyor. Kolonilerin sınırları genişledikçe nüfus artıyor, kurumlar yapılanmaya başlıyor. Artık Çin'de, Hindistan'da, Endonezya'da Batılı şehirler kuruluyor. Günümüzde inşaları sona ermiş olan bu şehirlerin tamamı Batılı dinamiklerle oluşturulan, Batılı hayat tarzına göre tasarlanan şehirlerdir. Mimari doku öyledir, günlük hayat öyledir, kültür öyledir. İnsanların kılık kıyafetinden tutunuz, yiyecek içeceklerine ve tabiatıyla bir müddet sonra da eğitimlerine kadar her nokta, Batı'nın hayat tarzı ve kültür anlayışına göre şekillenmiştir.
Sömürgecilik kavramını hikâyeleştirerek çok net bir şekilde çözümlediniz; teşekkür ediyoruz. Şimdi biraz da Ortadoğu'daki sömürgecilikten bahseder misiniz?
A.Özcan: Ortadoğu söz konusu olduğu zaman havada bir kuş dahi uçsa acaba bu kuş neden uçtu sorusunu sorarken müracaat edeceğimiz üç temel nokta var. Birincisi; "Acaba bu kuşun uçmasının dinlerle ilgisi var mı?" Çünkü dünya üzerinde hâkimiyet mücadelesi veren bütün dinler Ortadoğu'dan neşet etmiştir. Sayıca kalabalık olan Budizm ve Hinduizm de vardır. Ama mahallî olan bu dinlerin böyle bir iddiası yoktur. Ama Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet söz konusu olunca dünyaya ait iddialar vardır ve üçü de buradan neşet etmiştir. Her üçünün de yüz binlerce, milyonlarca müntesibi vardır. Dolayısıyla yeryüzünde bunlar kaldığı sürece bütün dünyayı ihtiva eden iddialar taşımaya devam edeceklerdir. İkincisi; "Acaba bunun enerjinin bulunmasıyla, enerjiyle bir ilgisi var mı?". Çünkü yeryüzündeki enerji kaynaklarının, hem de kıymetli ve çıkarma maliyeti az olan enerji kaynaklarının büyük bir kısmı yine Ortadoğu'da bulunuyor. Üçüncüsü de; "Stratejiyle ilgisi var mı?" Çünkü dünyanın en stratejik bölgelerinden biridir Ortadoğu ve tarih boyunca bu coğrafyaya hâkim olan, bütün dünyaya kendi döneminde hâkim olmuştur. Meselâ; eski Roma'dan itibaren Sasaniler, Büyük İskender, Selçuklular, Bizans, Osmanlı, sonra İngiltere, sonra Amerika... Her kim ki Ortadoğu'ya hâkim oluyor, dünyaya hâkim oluyor. Bu devletlerden bazıları güçlerini besleyecek düşünce sistemleri geliştiremedikleri için buralarda kısa süreli izler bırakıyorlar. Ama Selçuklular ve Osmanlılar gibi bazıları bölgenin dokularına nüfuz ederek asırlar boyunca yaşamaya devam etmişler, ediyorlar. Bu çerçevede sömürgecilerin yaptığı bir tespit var. Mademki Ortadoğu'da birliği tesis eden, Ortadoğu'yu bir şekilde birleştiren güçler dünyaya hâkim oluyor, eğer biz bunu yapamıyorsak bizden başkasının da bunu yapmasına izin vermeyeceğiz. Bu şekilde bir dünya düzenini tesis etmemiz, gerçekleştirmemiz lazım. Aşağı yukarı 100 yıldır o coğrafyada olup bitenler böyle; mademki bize yaramıyor, bizden başkasına da yaramasın.
Sömürgecilik tarihi boyunca hâkim devletlerin uyguladığı emperyalist stratejiler ve bu stratejilerin nasıl şekillendiği hakkında neler söylersiniz?
A.Özcan: Sömürge mekanizması sürekli kendini yenileyen ve geleceğini bütün ayrıntılarıyla önceden tasarlayan bir yeteneğe sahip. Üzerinde konuştuğumuz şey Fizik, Kimya, Matematik değil. Bu bilimlerde sizden önce hiç kimsenin keşfetmediği yeni bir icat yapabilirsiniz. Ama ne yazık ki insanla, tarihle ve diplomasiyle ilgili patentler konusunda bu kadar şanslı olunamıyor. İnsanlık tecrübesini iyi yorumlarsak hem gelecek konusunda muhtemel tesbitler yapabilir, hem de mevcut durumu gerçeğe yakın değerlendirebiliriz. Benim çıkardığım sonuç şöyle bir şey: Batı'nın, Doğu üzerindeki hegemonyası sabit ve mutlak değil, sürekli yenilenmek, sürekli model değiştirmek zorunda ki, mevcut modele karşı tepkinin ya da bağışıklığın gelişmesiyle çıkarların tehlikeye girmesi durumunda bir başka programa geçerek bu düzeni devam ettirebilsin. Sömürgecilik ve emperyalizmin Doğu'yla ilişkisi de aşağı yukarı böyle. Çok net olmamakla birlikte 40-50'şer senelik dilimler halinde programlar ve modeller değişiyor. Ama egemen devletlerdeki beyinler bu 40-50 yıllık dönem içerisinde bir sonraki dönemin programları üzerinde sürekli çalışıyorlar. Diyorlar ki; bu model mutlaka eskiyecek, bu model eskidiği zaman açıkta kalmamak için uygulanacak başka bir model, başka bir politika geliştirmemiz lazım. Bu süreçleri düşünce kuruluşları, hariciyeciler, üniversiteler vs. gibi kuruluşlar şekillendiriyor. Yani mevcut model eskidiği zaman yerine uygulanacak yeni model geliştirme çabası. Bu söylediklerim, bizde kültürü dahi olmayan bir dünya vizyonu.
Sömürgeciliğin sürekli kendini yenileyen kolektif bir süreç olduğunu söylüyorsunuz? Peki, bu süreç günümüzde hangi sembol ve araçları kullanıyor?
A.Özcan: Sömürgeciliğin günümüzdeki sembol ve araçları aslında çok da yabancı olduğumuz şeyler değil. Şöyle ki; günümüzde dünya kaynaklarının kabaca % 80'ini dünya nüfusunun % 20'si kullanabiliyor, ki bu aşağı yukarı son birkaç yüzyıldır böyle gidiyor. Peki, bu duruma nasıl gelindi? Önce şirketlerin marifetiyle bu süreci başlattılar. Şirketler modeli eskidiği zaman bu defa şirketleri devletleştirdiler, yani doğrudan sömürge haline getirdiler. Sömürge modeli yorulunca bu defa yerli işbirlikçilere taşeronluk verdiler. Yerli işbirlikçiler modeli de eskiyince bu defa tekrar şirketleşme modeline döndüler. Farkındaysanız sürekli dönüşen ve çok zaman bir daire çizen bir modelden bahsediyoruz. Tabi şimdilerde bu modelin adına küreselleşme deniyor. Küreselleşmenin gerçekleşebilmesi için gerekli olan olmazsa olmaz gelişmeler tabi ki bir çırpıda hazırlanmadı. Meselâ ne yapıldı? Dünya ölçeğinde bir hukuki zemin oluşturuldu ilk önce. Bu zemin, bazen Birleşmiş Milletler'le oluyor, bazen benzeri başka uluslararası kuruluşlarla oluyor. Farkındaysanız bu hukuki zemin aynı zamanda süreci yöneten devletlere dilediği yere müdahale yetkisini de veriyor. Müdahale yetkisini meşru kılabilmek için de hiç kimsenin itiraz edemeyeceği birtakım değerlere ihtiyacınız var. Şimdi mesela, Birleşmiş Milletler'in son 10 yıl içerisinde Afganistan, Irak ve Libya'ya müdahale yetkisi veren kararlarına bakınız; İnsan hakları, can ve mal emniyeti gibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği değerler. Bugün bu topraklarda; -Haçlı Seferleri diyorlar ya- Haçlı Seferleri sırasındaki yabancıların en az 20 katı Avrupalı bulunuyor. Bunca insanın bir zamanlar kılıçlar, süngüler ve toplarla geldiği bu topraklar şimdilerde insanlığın itiraz edemeyeceği (!) değerleri kullanarak gelen Avrupalılarla dolu. Yani insan haklarına kim itiraz edebilir, demokrasiye kim itiraz edebilir, can ve mal güvenliğine kim itiraz edebilir? Ama mesele bu değerlerin samimi olup olmadığını görebilmek ve samimi olmaması durumunda akıbeti bilebilmekte.
Sömürgecilik Batı medeniyetini kurarken birçok medeniyeti de öğüterek tarihten silmiş. Buna rağmen Batı medeniyetinin "özgürlük" ve "demokrasi" söyleminin bayraktarı olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
A.Özcan: 16. asırdan itibaren Avrupalılar yeni dünyalar keşfedip, uçsuz bucaksız arazilerde ihtiyaç duydukları üretimi gerçekleştirebilmek için insanları vatanlarından kopartıp, köle olarak kullanmışlardı. Daha sonra Sanayi Devrimi gerçekleşip bu kölelere ihtiyaçları kalmayınca alladılar, pulladılar ve 19. asrın başında insan haklarını gerekçe göstererek köleliği yasakladılar. Bir de Afrika'da Liberya diye bir ülke kurdular özgür insanların ülkesi adında ve kendi topraklarındaki köleleri de oraya sepetlediler. Amaç insan hakları ya da o kölelerin de insan olduğu vurgusu değildi. Amaç Sanayi Devrimi'yle birlikte artık üretim kölelerine ihtiyaç kalmadığı için o insanlardan kurtulmaktı, ama bir çelişki yaşandı bu süreçte. Üretim köleliğine ihtiyaç kalmadı, sanayi icat oldu, makineler sınırsız üretimi yapmaya başlayınca bu defa tüketim kölelerine ihtiyaç vardı. İşte o tüketim köleliği de 19. asrın ikinci yarısından itibaren tüketme potansiyeli olan coğrafyaların kültür ve hayat tarzlarını değiştirerek onlara yeni bir modern, yeni bir ideal toplum anlayışı zerk ederek aranızda en değerliniz en çok tüketendir denilebilecek bir prensibi bize kabul ettirdiler. "Aranızda en değerliniz takva ehlidir"den "Aranızda en değerliniz en çok tüketendir"e geldik. Tükettikçe kendimize bir değer atfettik, statü kazandık. Bir adım sonrasında bizim neyi, nasıl, ne kadar tüketeceğimize de onlar karar vermeye başladı ve şu an onu yaşıyoruz. Bu sömürgeciliğin son haddi, bizler hepimiz birer tüketim kölesiyiz. Münferit olarak buna isyan etsek bile içinde yaşadığımız toplumun değer yargıları bize bunu dayatıyor, bizi mahkûm ediyor.
Sizce Batı sömürgeciliğine karşı Batı düşüncesiyle nasıl cevap verilir? Veya böyle bir şey mümkün mü?
A.Özcan: Mümkün olup olamadığını da hâlâ göremedik. Şimdi bakın, gelişmeleri biraz daha geriden ele alalım. İslam toplumlarında Avrupai tarzda yetişen yeni entelektüel kesim, sömürgeciliğe karşı yine bizzat Avrupa'dan kaynaklanan f ikir hareketleriyle teşkilatlanıp mücadele etmek gerektiğini söylüyorlar. Sonra I. Dünya Savaşı çıkıyor ve tamamının toprakları işgal ediliyor. Meselâ bizde, Milli Mücadele emperyalizme karşı bir direniştir. Ama bu direniş aslında yine bizzat Batı'dan mülhem, daha doğrusu Batı'daki gelişmelerin izdüşümlerini taşıyan milliyetçi bir karakter arz ediyor. Eğer yeni nesil bu ideolojik yapılanmaların mahiyetini bizden daha iyi değerlendiremez, İslam dünyasının sömürgeciliğe karşı direnişinde yeni açılımlar yaparken çarenin de bizzat İslam medeniyetinin kodlarında -bunu sosyolojik manada söylüyorum- kendi sosyo-kültürel değerlerinden kaynaklanması gerektiği konusunda önceki nesillerden, belki bizlerden daha verimli bir düşünce ortaya koyamazsa alternatif bir dünya vizyonu geliştirmesi mümkün olamayacak. Direniş geçmişte örneklerine şahit olduğumuz Batı'ya karşı öfkeyle başlayıp Batı'ya öykünen aydınlarımızınkinden farklı olmayacak.
Sömürgecilikle ilgili anlattıklarınız karamsar bir tarihî sürecin içinde olduğumuzu düşündürdü. Sizce bu girdaptan çıkmanın bir yolu yok mu?
A.Özcan: Özellikle genç arkadaşlarıma şunu hatırlatıyorum: Bu kısır döngüden çıkmanın tek yolu kısır döngüyü şekillendirenlerin çizdikleri hayat standardının dışına çıkmak! Onların çizdiği dünyada var olmakta ısrar edilirse ne değişebilir? Belki bizim o günden bugüne içinden çıkamadığımız ve her geçen gün daha da sürüklendiğimiz girdap bu. Biz bu coğrafyada şu anda kendi hayatımızı, kendi kültürümüzü yaşayamıyoruz. Kitaplarda şöyle geçer: "En sade otlar bile, kökleri üzerinde yükselir. Emperyalistlerin başını çektiği çağdaş ilim ve teknoloji bize kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğretti. Fakat kendi vatanımızda insan gibi yaşamayı unutturdu." Bize yakışan, onların çizdiği ve tamamen mekanikleşen dünyaya, alternatif bir kültür ve medeniyet takdimi yapabilmek. Biz dünyaya dikte ettirilen kültür ve medeniyetin parçasında ilerlemek istiyoruz. İşte yanlışımız burada! Hangi değerlerle süslerlerse süslesinler, nasıl takdim ederlerse etsinler artık bu şahsiyetsiz gelişmeler dünya durdukça devam edecek. Buna karşı çok güçlü olmak zorundayız ve buna karşı koyabilecek yegâne alternatif de "biz"iz. Çünkü dünyanın bilinen tarihinden bugüne kadar f izikî ve zihnî topyekûn sömürgeleştirilemeyen tek kültür, merkezinde bizim bulunduğumuz, asırlar boyunca bayraktarlığını yaptığımız kültür. Yani bizden başka bizzat Avrupa bile Roma'nın sömürgesiydi uzun yıllar, dolayısıyla aslında onlar da bu zihniyeti tattılar ve biliyorlar. Sömürgenin efendiye karşı ne hissettiğini biliyorlar. Çin'i, Japonya'sı hemen hepsi, Hint'i. Ama biz bunu yaşamadık. Bu bir tesadüf olmamalı. Bazen aydınlarımız beyinlerini ipotek veriyorlar, çünkü o şekilde yetişiyorlar ama önünde sonunda dönecekleri yer kendi kimlikleridir. Eğer bu ülkenin genç kuşakları bu işin sorumluluğunu hissederlerse, buradaki mücadelenin bir Türkiye mücadelesi olmadığını, buradaki çabanın basit bir siyasi çaba olmadığını, bunun aslında bir insanlık mücadelesi olduğunu fark eder, hissederlerse, işte o zaman derslerine daha ciddi sarılırlar, çalışmalarına, işlerine, üretmeye ve düşünmeye daha fazla zaman ayırırlar.
İşte bakın emperyalist sömürgeciliğin belki de en tehditli çözümlemesi; "Bizi darmadağın ettiler!" Ama şunu unutmayalım: Herkes ölür, herkes ölecek, fakat herkes yaşamış sayılmaz. Eğer yaşamış olmak istiyorsak bu coğrafya üzerindeki planları, projeleri tespit edip, kendi köklerimizden beslenen bir hayat tarzını yeniden inşa etmeliyiz. Şu anki dünyaya hâkim olan şey Sosyal Darwinizm. Yani güçlü olanın paraya, refaha, lükse ve yaşamaya hakkı vardır şeklinde, ötekini yok sayan, konfor ve f izyolojik tatmini öne çıkaran bir bencillik ideolojisi. Hakkın hâkim olduğu bir hukuk değil, güçlünün haklı olduğu bir hukuk düzeni içinde yaşadığımızı unutmamalıyız. Bu bütün dünyanın gerçeği, güçlüyseniz bir şekilde haklı oluyorsunuz, ideal olan ise hakkın haklı olduğu bir hukuk düzeni içinde yaşamak. Bunu gerçekleştirebilecek yeni bir soluğa ihtiyaç var, o soluk da biz olmalıyız. Türkiye sömürgecilik girdabından muzdarip halkların son umudu. Bizde bu potansiyel var. Mutlaka kendi köklerimizden beslenen bir hayat tarzı inşa etmeliyiz ve mutlaka kendi bilim ve teknolojimizi üretmeliyiz. İkisi birbirinden ayrı ve bağımsız olmaz. Bilim ve teknolojiden mahrum kültür ve medeniyet âcizdir, hiçbir işe yaramaz. Kültür ve medeniyetten mahrum bilim ve teknoloji de zalimdir, o da hiçbir işe yaramaz. Tıpkı şu anda olduğu gibi. Eğer bu topraklardan yeni bir nefes bekleniyorsa, bu ikisini beraber götürmek zorundayız. Biz sömürgecilik girdabına yüz yıldır dayanabiliyorsak demek ki hâlâ bir umut, bir potansiyelimiz var.
Türkiye'nin Sömürgecilik girdabının sona ermesi ve alternatif bir dünya vizyonu geliştirilmesi için önemli olduğunu söylüyorsunuz. Sizce Türkiye neden bu kadar önemli?
A.Özcan: Çünkü bu coğrafya 500 yılı aşkın bir süre size emanet edilmiş. Dolayısıyla bu coğrafyadaki her şeyin faturası bize kesilecek, bunu unutmayın. Biliyor musunuz Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti'ne dayatılan şartlardan birisi İslam dünyasındaki bütün hak ve iddialarından vazgeçmesiydi. Bakınız, hak ve iddialarından vazgeçmesi, çünkü masanın karşı tarafına geçin, sizin projeksiyonunuza tehdit oluşturabilecek en güçlü potansiyel sadece burada var. Çok doğaldır ki siz bu potansiyeli yok etmek istersiniz. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu yapılanmasında, öyle casuslukla falan öğrenilen şeyler değil, açıkça konuşuyorlar müzakerelerde. Diyorlar ki; "Tarihimize karabasan gibi çöken bir devleti, bir milleti yok etmek için ilk defa elimize fırsat geçti! O zaman hem tarihin hesabını soralım, hem de geleceğin teminatını oluşturalım." diyorlar.
Anladığım kadarıyla Batılı devletler Osmanlı Devleti'ni Doğu'nun son kalesi olarak görüyorlardı. Bu kale bir daha ayağa kalkamayacak şekilde düşürülmeliydi.
A.Özcan: Evet, kurulacak olan yeni dünya düzeninde Osmanlı benzeri bir hasmın yeniden ortaya çıkmaması ve Ortadoğu halklarının gönüllü olarak bir daha bir araya gelmelerini önleyecek tedbirler alınması gerekiyordu. Halkların, insanların bir araya gelmesini önleyecek en önemli şeyler duygusal faktörlerdir ve bunu sınırlar gibi maddî faktörlerle de tahkim edersiniz. Bizim yabancı olduğumuz ama bu coğrafyanın pek yabancı olmadığı etnik bölünme, mezhep bölünmesi, aşiret bölünmesi yaşanır. Yaşandı da. Ancak bu akıbetin sonsuza kadar sürebilmesi için bir zamanlar İslam dünyasının doğal lideri olan Türkiye'nin, Türklerin bu coğrafyada tekrar bu itibara ulaşmalarını mümkün kılmayacak planlamalar yapmaları da lazımdı. Ama bu konuda bir türlü başarılı olamamışlardı. Ki başarısızlıklarından duydukları telaşı da net bir şekilde ifade ediyorlar. 1940'larda İngiltere'nin Türkiye sefaretinin Londra'ya geçtiği raporlarda şöyle bir hayıflanma var; "Aradan yirmi sene geçtiği halde ve Türkiye sekülerizmde bu kadar mesafe aldığı halde ve Ortadoğu halkıyla bütün bağlarını koparmak için yoğun bir şekilde çalıştığımız halde Ankara'da bulunan bütün Müslüman ülke sefirleri hâlâ Türkiye'yi kendi doğal liderleri gibi görmek istiyorlar."
Türkiye böylesi bir misyon taşıdığının farkında mıydı sizce? Yahut taşıdığı misyonun gereğini yerine getirmek için ne yapması gerekiyordu?
A.Özcan: Bu durumda Türkiye'nin yapacağı iki şey var. Ya bu doğal liderlik rolünü benimseyerek kendisini yeni tehditlere atmak ya da bundan önceki seyrinde devam etmek ve bizim de ona bu yolculuğunda desteklerimizi sürdürmemiz. Galiba bu seyir o tarihlerden beri devam ediyor. İşte yaşanan en son gelişmeler. Anlıyoruz ki; Ortadoğu halkları adeta kromozomlarına işlemiş gibi bizim merkezinde bulunduğumuz devleti kendi dünyalarının tabii lideri görmek gibi bir eğilim içerisindeler. Artık ilk nesillerin sahip olduğu duygusal farklılıklar da artan eğitim ve haberleşme imkanları ile birlikte daha hızlı izole olmaya başlıyor.
Ortadoğu halklarının Türkiye'yi doğal bir lider olarak gördüğü çok tekrarlanan bir iddia. Bu iddia doğruysa neden böyle bir imajı var Türkiye'nin?
A.Özcan: Aslında bunun çok net bir açıklaması var. Çünkü Türkiye'nin bu bölgeyle herhangi bir kan davası yok. Bunun altını çok kalın olarak çizmemiz lazım. Ecdadımız, Moğol istilasının maddî ve manevî bütün değerlerini tarihten silmek üzere olduğu bir dönemde bu toprakları sırtlamış ve bilâhare dünyanın en muhteşem medeniyetine merkez yapmış. Bunu yaparken de bölgede mukim hiçbir halkla kan davası oluşturacak bir politika uygulamamış. Yani Arapların, Kürtlerin topraklarını, Kuzey Afrika'yı savaşla almamış. Zaten Kürtlerin büyük çoğunluğu Türklerle birlikte geldi. Yani bu coğrafyada bulunan Türklerin, Kürtlerin, Arapların birbirleriyle kanlı savaşları yok. Bu kan davası olmaması elbette insanların tabii bir şekilde bir araya gelmelerine ve arada bir de iman ve kültür birliği olunca ortak tehdide karşı enerjilerini birleştirmelerine zemin hazırlıyor. Eğer Türkiye ve bölge halkı bu enerjilerini, zaf iyetlerini tamir için kullanır ve dünyaya daha enerjik bir vizyon sunabilirlerse öyle tahmin ediyorum sömürgeciliğin bütün hesapları hesap olarak kalacak. Yine tarihî bir kırılmayı belki bizim nesil müşahede etmezse bile, bizden sonraki nesiller müşahede edebilecekler. (YEDİKITA)