Gazete yazılarını vaaz kürsüsüne çevirmeyi pek sevmem, beceremem de. Ancak “ Mazlumun bedduâsından korkunuz. Çünkü onunla Allah arasında bir perde yoktur” Rabbani sözünün tecessüm ettiği bir dönem yaşıyorum.
Türkiye'de, hasseten Kürdistan'da tamamen İslami ve insani mülahazalarla cehd eden bir Camiaya, önce Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük'ün, Öcalan'ı Bekaa'da ziyareti sonrası PKK saldırtıldı ve yıllarca çatıştırıldı. Arkasından devlet zulmetti. Bu dönemde bu zulme karşı çıkan bir tek Allah'ın kulu çıkmadı.
Sonra 28 Şubat'ın en büyük mağduru da bu camia oldu. 25 bin kişi yakalanarak işkence edildi, 10 bin kişi tutuklandı ve 8 bin'i ceza aldı. Çoğu camide ders verdiği veya aldığı gerekçesi ile. Hem de bir iki yıl içerisinde. Tarihte bir örneği daha var mı bilmem? Bu kadar mağdurun eş çocuk ve analarının “âh”ı kime havale idi? Gülen Cemaati ise darbeci paşalara mektup yazıp okullarını orduya devretmeye ve kapısında onlara hizmete hazır olduğunu bildirmişti.
Sonrasında Ak Parti hükümeti dönemi ve Paralel Yapı'nın dal budak salarak “kılcal damarlara” yol aldığı yıllar…
Ve 28 Şubatçılar, Paralelciler eliyle derdest edildi. En zalim paşalar bir bir içeri atıldı. “Bekaa Çukuru Mütabakatı”na imza atan Doğu Perinçek de derdest edilip cezaevine atıldı. Kimin kime niye vurduğunu izah etmek mümkün değildi. Hiçbir analiz mevcut durumu izah etmeye yetmiyordu. Sanki başka bir “Kudret”in eli vardı işin içinde. Bu dönemde Mustazaflar Cemiyeti'ne dönük kumpas ve delil teşekkül etme operasyonları da hız kesmedi “paralel” olarak.
Zaman gazetesi haftada bir Müslümanları manşetten vahşetle, zulümle, en olmadık çirkinliklerle çirkince itham ediyordu. Bir seferinde Mustazaflar Camiası'ndan etkin birine “gidip Zaman'la konuşulsa ya; belki bu ithamlardan vazgeçerler” demiştim. O da; defalarca yetkililerine gittiklerini, Müslümanların birbirine karşı hassas olması gerektiğini, ancak onların “Hoca”nın etrafındaki bariyerleri aşamadıklarını anlatmıştı. Hatta işi mülaaneye kadar götürdüklerini anlatmıştı. Garip! Sonra Gülen, hükümetle mülaaneleşti.
Zaman'ın manşetle “hançerlemesinin” yanında bir de emniyet ve adli mercilerce genelde tüm İslami camialara, özelde ve yaygın olarak Mustazaflar Cemiyeti'ne kumpaslar ile uyguladığı zulüm anlatılır gibi değil. Nitekim camiada etkin olan bu dostuma bu konuyu da sordum: “Defalarca hükümet yetkililerine, bakanlara, vekillere, bürokratlara ve yerel siyasetçilere dosyalar sunduk. Yapılan zulmü anlattık ama inandıramadık. Kardeşlik hatırına gerekli tepkiyi de ortaya koyamadık” dedi. Devamında “yine paralel anlayışın yönlendirmesiyle abarttığımızı söylediler. Zaten o zaman eğer paralel yapı bir “övgü”ye veya “yergi”ye müsaade etmemişse o olmazdı. Nice anaların “ah”ı vardır. Nice dedelerin Allah'a havale edişi vardır. Yetmedi ceza verdiklerini memleketlerine en uzak ildeki cezaevlerine sevk ederek anne babalarının, eş ve çocuklarının kendilerini ziyaret etmelerine bile mani oldular. Her bir cezaevi ziyaretinin ne “âh”larla bittiğini ancak “âh”ları duyan Kadir-i Mutlak bilir” dedi.
Hükümetin bu aymazlığı, “cemaatin” bu zulmün ta Başbakan'ın kapısına, evladına uzanmasına değin devam etti. Ve hükümet okumadığı ve değerlendirmeye almadığı “âh” dolu dosyaların bedelini çok pahalıya ödedi/ödüyor. “Meğer siz ne kadar haklıymışsınız” demeye başladılar. Ve hemen hemen sağda solda bütün kesimleri “yeniden yargılanma” yoluyla hem salıverdiler hem de tazminatlarla zengin ettiler, Paralel Yapı'dan intikam alma adına. Tabi ki Hizbullah Cemaati ve Mustazaflar Cemiyeti hariç.
Yanlış denildi. Bu Ergenekoncular, 28 Şubatçılar ve derin devlet ilk fırsatta sizi yine “yer” denildi/deniliyor. Dinleyen yok. Yine her zamanki gibi haklı çıkılmaz inşallah. Gülen 28 Şubat'ta övgü dolu sözlerle okullarını emirlerine sunmaya ve kapısında onlara hizmetkâr olmaya hazır olduğunu söylemişti. “Şubat”ta birlikte vurmuşlardı Mustazafları. Sonra 28 Şubat'çıları yediler. Sonra hükümeti yediler. Şimdi hükümet 28 Şubat'çılarla birlikte onlara vuruyor.
Yine bu hükümet PKK ve HDP ile uzlaşma yolunu seçip Mustazaflar camiası ve Hüda Par'ın PKK zulmüne maruz kalmasına göz yumdu. Hatta zaman zaman zımnen destek verdi. Yine PKK ve HDP'ye, Kürtler arasındaki bir çatışmanın kimseye fayda vermeyeceğinin, gerek Türk Solu gerekse Küresel Emperyal Kuvvetler'in gazına gelmemek gerektiği defalarca bildirildiği biliniyor. Ancak HDP ve PKK'nin saldırılarının ve iftiralarının hız kesmediği de biliniyor. Ve devamında 6-8 Ekim vahşeti geldi. Hükümet seyretti. “müdahale edersek şehit veririz” dedi valisi. Tarihte eşine az rastlanır bir vahşet ile Yasin'ler katledildi. Anaların “âh”ı Arş-ı Âlâ'nın gücüne gitti. Bu yol yol değil denildi. Yine raporlar sunulmuştu. Yine kaale alınmamıştı “âh”lar.
Sonra hiç istenmeyen bir şey oldu. “Şehid veririz” diye vatandaşını korumayan devlet/hükümet, ittifak ettiği PKK tarafından yediği büyük kazıktan sonra şimdi, yüzlerce “şehid” verdikleri bir büyük savaşa tutuştular.
Ve manşetlerle “hançerleyen”, dindarları düşman belleyen “Zaman”ın fişi çekildi. Hem de kol kola büyüdükleri eski dostlarınca. Ve “Zaman” durdu. Mazlumun “âh”ından korkmak lazım. En az Saddam'ın dev heykelinin devrilişi kadar “olmaz” bir şey olmuştu. Daha birkaç “zaman” önce gölgesine bakmaya korkulandı devrilen.
Yine diyoruz ki bu kapatma, alınan “âh”ların bedeli, ilahi adaletin tecellisi ise de gerek hesaplaşma gayesiyle yapılıyor olması ve gerekse biçimsel olarak içimize sinmiyor. Hangi gerekçe ile olursa olsun silahsız ve savunmasız kadınların gayr-i insani yöntemlerle dağıtılması da kabul edilemez; velev ki engelli, çarşaflı bayanları kumpas ile yılarca cezaevinde tutmuşlarsa bile. Eğer mesele terör örgütlerine destek vermek ise Özgür Gündem gazetesinin öncelikle kapanması daha elzem değil midir?
Mazlumun “âh”ının hikâyesinin bitmediğine kanaat ediyoruz.