Bir sevdiğinin ölüm haberini almak elbette çok acıdır. Bir de bu haberi zindanda almak çok daha acıdır.
“Kur’an Hizmetkârı Hakka yürüdü” yazıyordu gazetede Muhammed Sudan Ağabey için. Bir de resim vardı. Sevenlerinin omuzunda ve arasında, Tevhid Bayrağı gölgesinde Hak’ka uğurlanıyor Muhammed abi. Rabbim ahiret yurdunda da Resulullah (sav)’ın sancağının gölgesini, şefaatini nasip etsin sana, seleflerine, haleflerine ve cümlemize (amin). Rabbim mağfireti ile mükâfatlandırsın. Mekânın cennet olsun. Sen de kutlu Maveraî Kervan’da yerini aldın, selam olsun o mübarek kervana ve Hüseynî Kervan Rehberine; sevenlerinize bolca keder ve hasret bıraktınız. Ama güzel ve mübarek bir miras bıraktınız. Hikmetli ve derslerle dolu izler bıraktınız.
Muhammed Ağabeyi tanıyan herkesin, mutlaka onu güzellikle anacağı hususlar vardır. Fakat en önemlisi hem gazetedeki manşette yazıldığı, hem de röportajında anlaşılacağı üzere “Kur’an Hizmetkârı” olmasıydı. Camilerde Kur’an-ı Kerim dersi verilmesi için büyük çaba sarf ediyor ve camiye gelen her Kur’an-ı Kerim öğrencisini, bütün durumları ile beraber hafızasına kaydediyor ve unutmuyordu. Bu özelliği bir timsal olarak örnek verilirdi. “Kur’an Hizmetkârı” sıfatı onun bu Kur’an-ı Kerim’in öğrenilip, öğretilip, hayata tatbik çabasının bir sonucuydu.
Muhammed Ağabeyi ilk kez Şehit Rehber’i ziyarette görmüş ve tanımıştım. Son derece mütevaziliğine rağmen son derece saygındı. Muhammed Abi mütevazilik ve sadelik içinde, ciddiyet samimiyeti bir arada taşıyabilen ender bir şahsiyetti. Sonra gurbet ve muhaceratta Muhammed Abi’nin ziyaretini dört gözle beklerdik. Rahmetli Ş. Selahattin Abi ile beraber gelirlerdi. Hiçbir akrabalarını görmeyen ve tanımayan ve o zaman küçük olan iki kızım, Muhammed Abi’yi dedeleri, merhum Ş. Selahaddin Abi’yi de gerçekten amcaları bilirlerdi. Onlar da gerçekten o şefkati kendilerine gösteriyorlardı.
2000 yılının Ekiminin son günlerinde Muhammed Abi, misafirim iken, evime insanî sınırların çok ötesinde bir gece yarısı baskını yapıldı. Bizi gözaltına alıp meşhur Vatan Caddesi’ndeki İstanbul Emniyeti’ne götürdüler. Yakalananın Muhammed Sudan Abi olduğu anlaşılınca, operasyon ekipleri, diğer görevliler birbirlerini tebrik etmeye başladılar.
Daha evde iken, elleri bağlı olduğu için Muhammed Abi’nin çoraplarını eşime giydirtmişler. Eşimin sonradan bana söylediği bir şey beni çok duygulandırmıştı. “Muhammed Abi’nin çoraplarını giydirirken ayağını ağzıma koyup öpmek istiyordum” o perişanlık ve panik havasına rağmen ki, tüm kapı pencerelerimiz kırılmış, küçük çocuklarımız yaralanmış, o halde bile Muhammed Abi, bizim için ayağı öpülecek bir baba gibiydi.
Gözaltının en zorlu koşullarında bile metanetini koruyor, bize güven telkin ediyordu.
Sonra ben Erzurum cezaevine, uzun bir gözaltı süresinden sonra Muhammed Abi de Bingöl cezaevine konuldu. 11 Eylül 2001’de mahkemeden koğuşa döndük. Fazlı isimli bir arkadaş elinde bir mektupla bizi karşıladı. Size iki müjdem var. Muhammed Sudan Abi’nin mektubu gelmiş, bir de Amerika saldırı altında. Gerçekten tüm TV kanalları canlı yayında, nereden geldiği, ne olduğu anlaşılmayan bir saldırı ile hem Amerika, hem dünya şoktaydı. Acele ile mektubu açtık. Kısa bir mektup ve Bingöl Cezaevi’nin avlusunda çekilmiş bir fotoğraf. (O zaman cezaevinde yalnız tutuluyordu.) İyi olduğunu yazmıştı. O gün cezaevinde ilk önemli mektubumu alıyordum. Gözüm bir fotoğrafa, bir televizyon ekranına kayıyordu. Büyük bir sevinç ve tarif edilmez bir hal. Fazla düşünmeden havalandırmaya topluca çıkıp bütün gücümüzle tekbir getiriyorduk. Bizi duyan solcu komşu koğuşlar da slogan atmaya başladılar. Belki nereden geldiği o an netleşmeyen ABD saldırısı, ilk kez biz ve sol kesimler arasında bir ortak payda oluşturmuştu. O yüzden her 11 Eylül geldiğinde Muhammed Abi’nin o fotoğraf ve mektubu o günün anısıyla birlikte canlanır hafızamda. Muhammed Abi’nin bir de asla unutamayacağım bir hali kazınmış hafızama. Her 17 Ocak geldiğinde, Muhammed Abi’nin, sanki göğsünde volkanlar kaynıyor, sonra yükselip boşalıyor ve böylece birbirini tekrarlayan ağlama-hıçkırık nöbetleri..! 2000’nin o meş’um Ocak ayıydı…
Sonra bir gün Diyarbakır D Tipi mahpusundan mektup niyetine toplu bir fotoğraf geldi bana. Ön sırada Muhterem Ağabeylerden Edip Ağabey, Hacı Bayancuk Ağabey ve Mehmet Sudan Ağabey oturmuşlardı. İlk kez bu kadar bariz bir şekilde üçünün de saç ve sakallarının ağardığı dikkatimi çekti. Gözümde bir anı canlandı.
Bir gün bir dost meclisinde otururken, Tv haberlerinde Ayetullah Seyyid Ali Hamaney görüntüsü ile bir haber geçti. Demek ki Seyyid Ali Hamaney’in ihtiyarlanmadan önceki haline de vakıf, Rehber ululuğunda Hüseynî bir şahsiyete sahip bir büyüğümüz, ekrandaki resme bakıp derin bir iç çekti: “… Ey imam… Demek sen de yaşlandın ha…‼!” diye kederlendi.
Sonra bize dönüp bir davada saç ağartmanın, dava ve davetçi arasındaki ilişki üzerine birkaç kelam etti. Hatırladığım kadarıyla; “…Davetçi, davası sürecinde saç-sakalını ağartmışsa, bu aynı zamanda onun sadakat, kararlılık ve samimiyetinin de bir ifadesidir. İçinde ve uğrunda saç sakal ağartılan davetçilerinin olduğu bir dava süregeliyorsa, bedeline ömürler tüketilmişse, o dava kolay kolay çökmez. İnşaallah hedefine ilerler…” diyordu. Evet, Muhammed Ağabey de her aşamasında samimiyet ve kararlığını göstererek saç-sakal ağartanlarımızdandı. Tabii bu sıradan bir saç-sakal ağartmayla karıştırılmamalı. Asya toplumlarında, kavimlerin, halklarının öncülerine “Ak saçlılar” denilir. Kürtlerde “Ru sıpî”denilir. Tabii yol yordam bilen bir aksaçlılıktır bu.
Evet… Rahmetli Muhterem Muhammed Sudan Abi, kendilerinden sonra gelen bir neslin de artık saç-sakal ağarttığı bir dönemde aramızdan ayrıldı. Biz “erken” dedik, ama ilahi takdir “tamam” dedi. İlahî takdire karşı boynumuz kıldan ince…
Rabbim gani gani rahmet etsin. Rabbim mağfiret ve mükâfatı ile onurlandırsın sizi Muhammed Ağabey! Gerçekten seni anan herkes kedere boğuluyor. Rabbim sevenlerine ve muhterem ailene sabırlar versin. Kur’an-ı Kerim ve hizmet ettiğin tüm camiler mahşer gününde şahidin olsun, ey “Kur’an Hizmetkârı” Muhammed Abê…
Allah’a emanetsiniz.