Seyyid Kutub, dosdoğru Ehl-i Sünnet yolu üzerinde mutedil bir İslam âlimidir. Mutedil olanlar birleştirici oldukları için ayrıştırıcı olan bütün uçların ve uçları daima kollayan uluslararası güçlerin hedefi olurlar
Seyyid Kutub, 29 Ağustos 1966'da Mısır'da bir fecir vaktinde ulusalcı sosyalist Cemal Abdunnasır tarafından idam edildi.
Ulusalcı sosyalistler, uluslararası güçlerden bağımsız değildir. Abdunnasır da değildi. Dolayısıyla bu, uluslararası bir karardı. O günün Amerika ve Sovyetler Birliği liderliğindeki uluslararası güçlerin bir kararı... Neden? Seyyid Kutub ne yapmıştı da uluslararası güçlerin nefretine konu olmuştu?
BİR İTTİHAD-I İSLAM ÂLİMİ Seyyid Kutub, İmam Hasan El Benna ve Üstad Mevdudi'den etkilenmiş; İttihad-ı İslam'ı amaç edinmiş nesle mensup bir âlimdir.
İttihad-ı İslam nesli,
1. Batı'nın İslam'la ilgili niyetini kavramıştı.
2. Müslümanların içinde bulunduğu durumu eleştirmekle birlikte Müslümanlar arasındaki ihtilafların gündemde tutulmasına karşıydı.
3. Asıl eleştirisini küfre yöneltiyor, Müslümanların dikkatini küfrün oyunlarına yöneltiyordu.
4. Küfrün planlarına karşı ümmetin birliğinin dayanak olduğuna inanıyordu.
Seyyid Kutub, bu ilkeler doğrultusunda hareket ediyordu. Amerika'da bulunmuş, Batı'yı iyi tanımıştı. Müslümanları uyuşturan ortamın nedenlerini irdeliyordu. Ama asla mezhep ihtilaflarını gündem etmiyor. Müslümanların birbirleriyle uğraşmasına yol açacak bir gündem oluşturmuyordu. Onun hedefinde daima küfür vardı. Müslümanlara hep küfrün oyunlarını hatırlatıyor, bu oyunlara karşı ümmet ruhuyla karşı durmayı öneriyordu. Bunun özeti: Müslümanların enerjisinin içeride heba olmasını engelleyerek bu enerjiyi bir bütün olarak küfre karşı harekete geçirmekti.
İç çekişmeleri engelleyerek bütün birimleri birlik halinde düşmana doğru sevk etmek... Bu, askeri bir tekniğin sosyal hayata uygulanmasıydı. Seyyid Kutub, bu yönüyle, neslinin diğer âlimleri gibi adeta bir sivil komutandı, bir imamdı. Derin İslamî bilgisi, samimiyeti, eğitimciliği, toplum bilimciliği, Batı'yı tanıması ve dile hâkimiyeti, ona küfrün endişe duyduğu bir iletişim imkânı sağlamıştı.
Kendisinden elli-yüz- yüz elli yıl önce İstanbul'da, Kahire'de, Bağdat'ta, Tahran'da, Pakistan'da, Hindistan'da, Şam'da yankılanan “Müslümanlar, küfre karşı birleşin!” nidası Seyyid'in eserlerinde buluşmuş ve tek bir ses hâlinde dünyaya yayılmıştı. Ondan öncekiler, ya Batı'yı bilmiyor ya toplumu tanımıyordu. Seyyid, bütün birikimiyle Müslümanlara seslendi ve onun sesi özellikle gençlik içinde büyük bir yankı buldu, eserleri kısa bir süre içinde, İslam âleminin neredeyse tümüne ulaştı ve kendisine muhalefet edenleri de dahil bütün İslamî camiaları etkiledi. Değişik nedenlerle “Biz, Seyyid'i asla okutmayız” diyenler dahi bir şekilde ondan etkilendiler, onun duruşunu dikkate alarak hareket etmek zorunda kaldılar.
SEYYİD'İN ÇAĞRISI: DAVET, CEMAAT, İSTİKLAL...
1960'lı yıllardan itibaren İslam dünyası üzerinde proje yapanlar milliyetçi sağ ve ulusal sol üzerinden İslam dünyasında bir kimlik değişimi öngörüyorlardı. Müslüman gençler, ya milliyetçi sağ ya da ulusal sol üzerinden İslam'dan uzaklaşacak; sağcı da olsa solcu da olsa ümmet kimliğini reddederek etnik kimliğini merkeze koyacak, bu düşünceyle ümmetten ve İslam'dan koparak İslam dünyasının Batı'nın elinde tutulmasına hizmet edecekti. Bu projede ortak payda İslam'a karşı asıl rakip olarak büyütülen milliyetçilikti. Ancak tercih edilen ulusal soldu, milliyetçi sağ ise günün gerçeği içinde elde tutulacak ve ulusal solu dengeleyecek bir unsur olacaktı.
Seyyid'in buradaki duruşu çok önemlidir: O, hedefine milliyetçiliği koydu. Milliyetçilik olmadan solun asla tutulamayacağını düşündü. Ona karşı İslam'da sosyal adaleti anlatmayı yeterli gördü. Sağı ise liberalleşmesi durumunda İslam âlemi için büyük tehlike olarak gördü. Batı'nın istediği milliyetçilik ortak zemininde bir ulusal sol-liberal sağ tahtırevanıydı. Milliyetçilikle ümmetten, solla İslam'ın inancından kopacak olan Müslüman gençlik, gelenekten kaçınca solda duracak; soldan umut kesince sağa sığınacaktı. Ama milliyetçi bir zemin üzerinde kalacağı için her halükârda ümmet (İttihad-ı İslam) fikriyatından uzak olacak. Küçük kalacak, enerjisini iç çekişmelerde tüketecek ve Batı'ya zaman zaman kafa tutsa da parçalanmayı sağlayarak onun büyük emeli olan sömürgeciliğe hizmet edecekti.
“Buna göre insanlığın yeni bir önderliğe kesin bir ihtiyacı vardır. Çünkü Batılı insanın önderliği son bulmak üzeredir. Bu durum, Batı uygarlığı maddi yönden iflas etti veya askeri ve ekonomik açıdan zayıf düştü diye ortaya çıkmamıştır. Bu düzen, önderlik görevini yürütmesini sağlayacak “değerler sistemi” birikimi tükendiğinden dolayı fonksiyonunu yitirdiği için bu duruma gelmiştir.” diyen Seyyid, kendisinden önce “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diyen Mehmet Akif ve neslinin tespitini tekrarlıyor. Ama bu tespitle kalmayıp “Neye hayır, neye evet diyelim!” sorusunu da en açık şekilde cevaplıyor. Fikriyatta açıklığı, netliği, kesin hedefi talep eden gençlere en yüksek şuurla önderlik ediyordu.
Ondan önce Müslüman gençler, solda bir gurur ve gelecek arıyorlardı. Seyyid, “Bu teori, insan fıtratının özü ve gerekleri ile çelişir. Ancak fertleri yıldırılmış ve sindirilmiş sosyal ortamlarda, daha açıkçası uzun yıllar zorbalık idareleri altında yaşamaya alışmış cemiyetlerde gelişebilir. Bu çeşit cemiyetlerde bile asıl dayanağı ve böbürlenme gerekçesi olan ekonomi sahasında yer yer açık bir başarısızlığa uğradığı görülmeye başlanmıştır. Mesela sosyalist düzenin zirvesi olarak sayılan Rusya'da kolektif çiftliklerle buralarda uygulanan insan tabiatına aykırı düzenin başarısızlığı yüzünden, çarlık döneminde bile tüketim seviyesinin üzerinde seyreden tarım kesiminde üretim düşüklüğü belirdiği için devlet, buğday ve benzeri besin maddelerini ithal etmek üzere hazinedeki altınları satmaktadır” diyerek sosyalizmin gururlanacak bir tarafının olmadığını ve gelecek de oluşturmadığını haykırıyor. Ardından Batı'nın sömürge için belirlediği ortak zemin milliyetçiliğin sırat-ı müstakim olmadığını beyan ediyor ve ona karşı “ümmet” diyordu.
“Şimdi ferdiyetçi (liberal) düzen ile sosyalist düzen de işin sonunda başarısızlığa uğramıştır. Şimdi en zor, en şaşkın ve bunalımlı bir sırada “İSLAM” ve “ÜMMET” dönemi başlamıştır” diyen Seyyid, “Müslüman ümmet ne eskiden İslam'ın yaşadığı bir “toprak parçası” ne ataları, geçmiş çağların birinde İslam düzeni uyarınca yaşamış olan bir “kavim” değildir. “Müslüman ümmet” yaşama tarzları, düşünce yapıları, görüşleri, içtimai düzenleri, değer kaynak ve yargıları, bütün bunların tümü İslam metoduna dayanan bir insan topluluğudur.” “Buna göre, İslam'ın insanlığa önderlik alanındaki beklenen fonksiyonunu yeni baştan gerçekleştirebilmesi için, bu ümmetin varlığını yeniden sağlamak gerekir.” diyen Seyyid “Kalk Selahaddin biz geldik” diyerek İslam'a karşı zaferini Şam'da Selahaddin-i Eyyubi'nin mezarı başında ilan eden ve “Tarihin Sonu” duyurusuyla dünya hamiyetindeki rakipsizliğini duyurmak isteyen Batı'ya adeta “Selahaddin öldü ama Selahaddin'in yolunda olanlar ayakta, biz henüz ölmedik” diye sesleniyordu. “Yoldaki İşaretler”deki bu sözlerini “Bu ruh, çeşitli ırktan Müslümanların komutası altındaki bir inanç kayası altında ezilmiştir. Bu ordunun başında Kürt Selahaddin-i Eyyübi'den Memluk Turan Şah'a kadar çeşitli ırktan komutanlar vardı. Fakat hepsi de inancını ön plana çıkarmışlar ve böylece inanç bayrağı altında zafere ulaşmışlardı.” sözleriyle bitiriyordu.
Batı, bu çağrıdan korktu. Çünkü Seyyid, çağrıda bulunmakla kalmıyor. O çağrının pratiğini gösteriyordu.
Seyyid, bu doğrultuda, İslami mücadelenin esasına daveti yerleştiriyordu. Ona göre cihad da ancak davetin yapılmasını sağlamak içindi. Müslümanlar, ülkeleri o ülkelerde özgürce tebliğ yapabilsinler ve insanlar özgür iradeleri ile tebliğe cevap verebilsinler diye fethederlerdi.
Seyyid, oklarını küfre atıyor fakat çürümüşlüğü dikkate alarak davetin yönünü Müslüman topluma çeviriyordu. Kendisinden öncekiler, Müslüman topluma yönelik ihya faaliyetlerini “irşad, vaaz, nasihat” ile anlattıkları halde o tebliğ ve davet kavramları ile anlatıyordu. Bunun nedeni onun, köklü bir ihyadan yana olmasıydı.
Liberal ferdiyetçiliğin bir Yahudi hâkimiyeti aracına dönüştürüldüğünü ve İslam dünyasına bir sömürge aracı olarak ihraç edildiğini görmüştü. Buna karşı ümmet olarak cemaatleşme gereğini hatırlatıyor. Davetin ancak cemaat halinde olursa ümmetin ve insanlığın kurtuluşuna vesile olabileceğini anlatıyordu.
Ancak bu noktada da bir sıkıntı vardı: Müslümanların Batı'yı iyi tanımamaları yüzünden Batı'nın uzantıları ile ittifak kurmaları ya da sağ blok içinde var olarak mücadele etmeleri tehlikesiydi bu. Nitekim İhvan hareketi uzun süre bu noktada kalmış ve bundan hep zarar görmüştü. Seyyid, buna karşı “İstiklal” diyordu. Onun istiklal anlayışı asla başkaları ile bir araya gelmemek anlamına gelmiyordu. Topluluk olarak kendi kalmayı ifade ediyordu. Bunu önce “var olalım, kendimiz olalım ve sonra kendimiz olarak başkalarıyla temas kuralım” diye özetlemek mümkündü.**
Davet –Cemaat –İstiklal (Bağımsız Hareket) olarak formüle edilebilecek olan bu duruş netice getirecek bir duruştu. Batı, bundan endişe duydu ve Seyyid Kutub'u idam etmeye karar verdi. Ancak Seyyid'in şehadeti onun fikriyatının daha çok yayılmasına vesile oldu.
SEYYİD'E KARŞI ÖNLEM
Şeytanın önüne geçemediği bir salih ameli hedefinden saptırması gibi Batı da bir kazanımın önüne geçemediğinde onu hedefinden uzaklaştırmaya çalışır. Seyyid'e yönelik önlemi sadece onun şehadeti olarak düşünmemek gerekir. Seyyid hakkında, onun pratiğiyle çelişerek geliştirilen yorumların pek çoğu ne yazık ki ondan rahatsız olanlar tarafından muhtemelen Suudi merkezli bir odak tarafından geliştirildi. Alabildiğine derin bir şuurla “ümmet” diyen Seyyid, bir fırka önderi gibi gösterilmeye çalışıldı.
Kur'an ve Sünnet sabit, onunla ilgili âlim yorumu ise günün koşullarına göredir. Cahiller, bunu bilmediklerinden âlim yorumunu da sabitlerler.
Seyyid, İbn-i Teymiye'den alıntı yapıyor, onun Moğol karşıtı duruşunu önemsiyor ama onun çağındaki hassasiyetlerinden kaynaklanan ihtilaf tartışmalarını bugüne taşımıyordu. Bu, İslamî birikimden en üst şekilde yararlanma yöntemiydi. Oysa Seyyid'i suiistimal etmeye kalkışanlar, Seyyid'in dışarıda tuttuğu o ihtilaf noktaları üzerinden bir fikir inşa ettiler, önce Seyyid'i İbn-i Teymiye ile özdeşleştirdiler, sonra merhum İbn-i Teymiye'yi de yanlış yorumlayarak Seyyid'in küfür karşıtı ümmet anlayışı yerine Müslüman karşıtı fırka anlayışını kurdular. Birileri de Seyyid'i kasıtlı olarak onlarla anmaya başladı. Seyyid, bütün fikriyatıyla onlardan uzaktır. Şükür ki bunu dünya Müslümanları da anlamışlardır.***
Hz. Ömer'i (ra) fikriyatının önüne koyan Seyyid Kutub için bir zamanlar Şii'dir diyorlardı. Bugün kimi Şiiler ona aşırı Sünni diyorlar. Suudi'nin etki alanındaki kimi tarikatlar onun için Vehhabi diyorlar, Vehhabiler, İhlas Suresi tefsirinden dolayı ona sofi diyorlar.
Oysa,
Seyyid Kutub, ne Vehhabidir ne de bağnaz sofi, ne Şii ne de Sünnici. O dosdoğru Ehl-i Sünnet yolu üzerinde mutedil bir İslam âlimidir.
Mutedil olanlar birleştirici oldukları için ayrıştırıcı olan bütün uçların ve uçları daima kollayan uluslararası güçlerin hedefi olurlar.
Onu okumayı nasip ettiği için Rabbimize hamd olsun.
*Lütfen geçen yıl yayımlanan şu yazıyla birlikte okuyunuz: http://www.dogruhaber.com.tr/haber/142934-seyyid-kutupun-oklari-mumine-degil-kufre-yonelikti/
**Seyyid Kutub'u okuyor muydu, bilmiyorum. Ama bu fikriyat, koalisyonlardan hiç korkmayan ama fert olarak sağcı parti ve sivil toplum kuruluşların içinde yer almaya en sert şekilde karşı olan Merhum Erbakan'ın pratiğinde önemli bir yer tutmuştu: Erbakan, sağ bir partide güçlü bir fert olacağımıza kendi zayıf bir partimiz var olsun, yarın güçlenir; sağ bir sivil toplum kuruluşunda güçlü bir fert olacağımıza küçük bir sendikamız olsun, yarın büyür anlayışındaydı. Onun bu anlayışı Türkiye'de İslamî kesimi bütün baskılara rağmen sağdan ayırdı, sağa kuyruk olmak yerine sağın da içinde yer aldığı toplum kesiminin temsilcisi yaptı.
*** Seyyid, düşüncesinin önderliğine Hz. Ömer'i (Allah ondan ve onu sevenlerden razı olsun) koyduğu halde eserleri Şii Müslümanlar tarafından da okunmuş. Başta 1966'da “İstikbal İslam'ındır” ve sonra Fizilalil Kur'an olmak üzere pek çok eseri Ali Hamaney tarafından Farsçaya çevrilmiştir; bu yılın Şubat ayında da Ali Hamaney'in üniversite temsilciliği tarafından Tahran Üniversitesi'nde “Seyyid Kutub'un Eser ve Düşünceleri” konulu iki günlük bir panel düzenlenmiş, panelde Seyyid Kutub'un İran Müslümanları üzerindeki geniş etkisi işlenmiştir.