Taksim Gezi Parkı üzerinden yaşanan kargaşa süresi boyunca göstericilerden yana meyil gösterenlerin en belirgin hedeflerinden birisi de polis teşkilatıydı.
Tıpkı gösteri karşıtlarının en belirgin hedeflerinden birinin göstericiler ve göstericilere desteğini her türlü araçla ortaya koyan kesimler olduğu gibi.
Sahada göstericiler ile gösterilere müdahale edenin polis olması, eleştirilerin odağına her iki mezkur grubu oturtmaktaydı ki bu da yaşanan kargaşa ve müdahale gücü olarak polisin sahnede olmasının en tabii sonucuydu.
Elbette ortada kamu düzenini bozacak, özgürlük taleplerini başkasının özgürlük alanına tecavüze vardıracak bir düzeye çıkaracak hareketlenmelere müdahale etmek, polisin görevidir. Ancak polis müdahale ederken durumdan vazife çıkarmak adına kolluk görevini aşacak türden aşırı/orantısız şiddete, hatta kendini kaptırıp yerine göre keyfiliğe kaçacak davranışlar sergilerse eleştirilmekten de kurtulamayacaktır.
Burada Gezi’den yana tavır koyanların polisin her türlü müdahalesini eleştiri konusu yapmaları kadar hükümet kanadının da polise yönelik her türlü eleştiriye şiddetle karşı çıkıp sahiplenmesi, birilerinin kurumsal anlamda polis düşmanlığını ortaya koyduğu kadar hükümetin de hatalarıyla beraber sahiplenme duygusundaki sorunsallığı ortaya çıkarmaktadır.
Ortaya çıkan tabloya göre haklılık-haksızlık ayırımı yapmadan polisi her halükarda suçlayan kesime karşın hükümetin de aynı şekilde her türlü davranış biçimine rağmen polisi aklama çabasına girmesi, iki kesimi de benzer bir yaklaşım mantığında birleştirmektedir.
Başbakan’ın Polis Akademisi Mezuniyet Töreni’nde yaptığı konuşmayla Gezi parkı üzerinden polise biçtiği misyon, aslında çoğu zaman keyfiliğe kaçan polisin hukuksuz tavrının ardındaki gerçeğe ışık tutmaktadır.
Başbakan özetle, “Polisimiz saldırılara, tahriklere hukuk dışına kesinlikle çıkmadan karşı koymuş ve adeta bir kahramanlık destanı yazmıştır. Son haftalarda Taksim Gezi Parkı bahanesiyle başlatılan eylemler maalesef polisimize karşı sistemli, tertipli bir kampanyaya dönüştürülmek istendi. Bu gösterilerin hiçbir aşamasında polisimiz demokrasinin dışına çıkacak, hukuku çiğneyecek, özgürlükleri kısıtlayacak bir tavrın içinde olmamıştır. Daha önce de ifade ettiğim gibi polisimiz çok önemli, çok zorlu bir demokrasi testinden başarıyla geçmiştir. Polisimiz bir başka ülkede yaşansa asla tahammül edilmeyecek saldırılara, tahriklere hukuk dışına kesinlikle çıkmadan karşı koymuş ve adeta bir kahramanlık destanı yazmıştır. Böylesine uzun soluklu bir mücadeleyi vakarını, disiplinini bozmadan, 48 saat adeta aç susuz kalarak sürdürebilmek, açık söylüyorum sadece bizim polisimizin başarabileceği bir iştir” diyordu.
Açıkçası bu açıklamalar, darbe teşebbüsleri gerekçesiyle yargı önüne çıkarılan kimi askeri rütbelilerle ilgili vesayete amade unsurların hükümete karşı yaptıkları eleştiri ve savunmacı yaklaşımı çağrıştırmıyor değildi. O dönemde bizzat Başbakan’ın suçlamalara karşı “Ordu yan gelip yatma yeri değildir” sözünü bugün için gösterdiği “fedakârlığa” rağmen gerektiğinde polis teşkilatına yöneltmeyi abes görmek, ancak vesayetçi duygulara kapılmakla mümkündür.
Şimdi Gezi protestolarından sıyrılıp tam da polis merkezli eleştirilerin ayyuka çıktığı bugünlerde Diyarbakır’da yaşanan şu ibretlik vak’aya bir göz atalım:
Diyarbakır`da geçen pazartesi akşamı trafik kazasında yaralanıp hastaneye kaldırılan Kenan Göçer, hastanede ifade almaya gelen polisler tarafından darp edilerek belki de kazada maruz kalmadığı kadar polis şiddetine maruz kalıyor.
İLKHA’ya açıklamada bulunan Kenan Göçer, başından geçenleri şu şekilde anlatıyordu:
“Trafik kazasından dolayı beni hastaneye götürdüler, bana serum taktılar, yarı baygın halde yatıyordum. Kendimde değildim, oruçlu olduğumdan dolayı şuurum yerinde değildi. Polisler gelip ifade vereceksin dediler, ben de şu anda ifade verebilecek durumda olmadığımı söyledim. Polisler ise, “ben devletim, sen ifade vereceksin” diyerek bana dayatmada bulundular. Polis memurlarından bir tanesi elindeki kâğıdı kırıştırıp suratıma fırlattı, bana hakaret ve küfür etti. Bana “oğlum sen ifade vereceksin” diyerek küfür atmasına tepki gösterdim. Halktan polise gelen tepkilerden dolayı perdeleri çekip elime kelepçe taktılar. Kelepçe taktıktan sonra beni yüz üstü yere yatırdı, sonra tekme, tokat, yumrukla beni darp etmeye başladılar. Elimi kırdılar, sırtımda ağrılar var, darp izleri var. Beni adeta ölümüne vurdular.”
Darp edildiğine dair doktor raporu aldığını belirten Kenan Göçer, yetkililere seslenerek şikâyetçi olduğunu ve o polisler hakkında soruşturma açılmasını beklediğini de eklemiş.
Evvela, Kenan Göçer oruçlu değil de “kafa kıyak”lardan olsaydı, hem başından geçenlerin basında fazlasıyla ilgi göreceğinden hem de her kimse o yetkililerin derhal inceleme-soruşturma başlatacağından kuşkunuzun olmadığına eminim.
Bir fert trafik kazasında yaralanıp hastaneye yatırılacak, gerekçesi her ne olursa olsun polis gelip kelepçe takacak, öldüresiye dövecek ve elini kırıp vücudunu darp izlerine boğacak. İşte asıl buna “Polisin kahramanlık destanı!” demek lazım geliyor.
İyi de polis bunca pervasızlık için nereden cesaret alıyor derseniz, daha önce ordu içerisindeki pervasızlar güruhu nereden cesaret alıyorduysa polis de oradan alıyor. Keyfi davranışların eleştirisini dahi kurgusal bir mantıkla “hükümeti, milli iradeyi, demokrasiyi hedef alıyorlar” deyip iyi-kötü ayırımı yapmadan sahipleniyorsanız, polis içerisindeki kinci odakların pervasız tutumlarını da körüklüyorsunuz demektir.
Bizzat Başbakan’ın kendisi de dâhil olmak üzere yönetim kademesindeki her şahıs veya kurum dahi çok rahatlıkla eleştirilebiliyorken polisten sadır olan bariz hukuksuzlukları sahiplenme duygusu, her türlü yanlışı “Kahraman Türk ordusu!” sloganıyla karşılayıp sahiplenen vesayete özlem duygularınızın depreşip bilinçaltınıza galebe çalmaya başladığını görmelisiniz.
İşte depreşen farklı özellikteki vesayet duygunuzun sonucu bu olsa gerek, polisin Gezi’de “destan” falan yazdığını abartılı bulsak da yaralı birisine yönelen bu pervasızlık, asıl “Kahramanlık Destanı”nın Diyarbakır Devlet Hastanesi’nde yazıldığından emin olduk!