“Maruf” kelimesi “A-Re-Fe” fiilinden ism-i mef’ul olup, “İhsan, iyilik, tanınmış, şeriatın emrettiği ve selim aklın güzel gördüğü şey, aklın ve dinin hoş gördüğü şey, güzelliği şeriat ve akılla bilinen her fiilin ismi” gibi anlamlara gelir. Bu kelime, Kur’an’da ism-i mef’ul kalıbında 39 yerde geçmektedir.
“Münker” kelimesi, “Ne-Ki-Re” Fiilinin “İf’al” kalıbından türemiş ismi mef’ul ve mimli mastar olup, “kötü (selim akılların çirkin karşılayıp, şeriatın reddettiği husus), çirkin karşılama, beğenmeme, tanınmayan, kötülük, şeriatın nehyettiği ve selim aklın çirkin bulduğu şey, sahih akılların çirkinliğine hükmettiği her fiil veya akılların çirkinliği ve güzelliği üzerinde duraklayıp sonra şer’i çirkinliğine hükmettiği her fiil” gibi manalara gelir. Kur’an’da ismi meful ve mimli mastar kalıbında 18 yerde geçmektedir.
Emr-i bil maruf nehyi anil münker: “Dinin emirlerini, Kur’ani ve İslami hakikatleri neşretmek ve bildirmek, menedilen şeyleri de yaptırmamak. İyiliği, İslami hususları emretmek ve teşvik, kötülüğü menedip yaptırmamaya sevk etmek”[1] şeklinde tarif edilebilir.
İslami toplumsal yapı “adaleti yerleştirmek” ve “zulmü ortadan kaldırmak” esaslarına dayanır. İslam teşri’ sistemi bunun gerçekleşmesi için “iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek ilkesini vaz’ etmiştir. Müminlerin Allah’a imandan sonra ifa edecekleri, dinin farzlarından bir farzdır. Vücubiyeti Kur’an, Sünnet ve İcma-ı ümmet ile sabittir. Genel olarak bütün Müslümanları bağlar. Diğer İslami yükümlülükler gibi gereği yapılmadığında Allah Teala indinde ağır bir cezayı ve acıklı bir azabı gerektirir. Konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şu ayetleri görüyoruz.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[2]
“Siz insanların iyiliği için otaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah(cc)’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.”[3]
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. Şüphesiz Allah Azizdir, Hikmet sahibidir”[4]
Yukarıda sunduğumuz ayetlerin ilkinde Allah Teala; Allah(cc)’a, İslam’a davette ve iyiliği emredip kötülüğü yasaklamada emrini yerine getirecek bir topluluğun olmasını istiyor. Ve böyle yapanların ancak dünyada ve ahirette kendi rızasını kazanarak kurtuluşa ereceklerini açıklıyor. Bu ayeti kerime, marufu emrin ve münkeri nehyin farz olduğuna delildir. Özürsüz onu bırakan asi ve günahkâr olur. Fakat farz-ı kifayedir. Bazı kimselerin yapması yeterlidir. Şayet hiç kimse yapmazsa, tümü günahkâr olur. Allah(cc)’a davet, her Müslüman erkek ve kadına düşen bir görevdir. Bu görev bazen ferdi, bazen de cemaat halinde yapılır. İbn-i Kesir bu ayeti tefsir ederken der ki: “bu ayette kastedilen mana; “İslam ümmetinden bu vazifeyi üstlenen bir cemaatin bulunmasıdır. Her ne kadar bu vazife bu ümmetin her ferdine, gücüne göre farz ise de bu cemaat, bu görevi yapacaktır.”[5]
İkinci ayette, Allah(cc)’ın ilminde ve hükmünde Ümmet-i Muhammed’in Allah(cc)’ı birleyerek inanma ve iyiliği emredip kötülüğü men etme özelliklerinden dolayı insanların maslahatı için izhar olunmuş en faydalı ümmet olduğu beyanı vardır. Müslümanları kâfirlerden ayıran özellikler, ayette zikredilen vasıflardır. Ümmetin hayırlı oluşu çoğunluğunun iyi oluşuyla olabilir. Kitap ehlinin çoğunun fasık oldukları vurgusu bunun delilidir. Müslümanlar hayra davet görevini yerine getirdikleri sürece kâfirlerin, zalimlerin eziyetten başka zararları dokunmayacaktır.
“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.”[6]
Üçüncü ayette, kadın-erkek müminlerin aralarındaki velayet bağının zaruri bir sonucu olarak birbirlerine iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları gerektiğine işaret vardır. Veli; yardım eden, seven, sevilen, bütün sorumluluğu üzerine alan demek. Bu itibarla velayet; yardımı ve sevgiyi içerir. Dolayısıyla İslam dairesi içinde olmak kaydıyla hangi cemaat, mezhep ve meşrepten olursa olsun Müminin Mümin kardeşini sevip yardım etmesi farzdır. Çünkü Allah Teala; “Müminler birbirlerinin velileridir” buyuruyor. Müminlerin hali Kur’an’ın bir önceki sayfasında bu ayetle bakışık olan münafıkların halinin aksinedir. Tevbe suresi 67. ayeti kerimesinde münafık erkeklerle münafık kadınların bir tek sınıf oldukları, nifakta ve imana uzaklıkta birbirlerine benzedikleri, münkeri emrettikleri, maruftan alıkoydukları beyan ediliyor.
Emr-i bil Maruf Nehy-i Anil Münker yapmayanlar lanete uğrarlar:
“Emr-i bil maruf nehyi anil münker” prensibi, toplumun Allah(cc)’ın gazap ve lanetinden korunması için bir sigortadır. Ferdi, toplumsal, siyasal ve ekonomik sapmaları frenlemenin, en azından hızını kesmenin aracıdır. Nasıl fert yaşamak için ekmek ve suya ihtiyaç duyuyorsa, toplum da sağlıklı bir şekilde hayatiyetini devam ettirmek için bu kaideye ihtiyaç duyar.
Efendimiz Muhammed(sav), İbn-i Mesud(ra)’un rivayet ettiği hadis-i şerifte, “Emr-i bil maruf nehyi anil münker vazifesini yerine getirmeyen İsrail oğullarının feci akıbetlerini şöyle açıklıyor: “İsrail oğulların(ın dini hayatların)da meydana gelen noksanlıkların ilki (şöyle başlamıştı): Onlardan biri (günah işleyen) birine rastladı da; “Ey filan Allah’tan kork. Yapmakta olduğunu bırak. O sana helal değildir,” diye öğüt verdi. Sonra ertesi gün yine o adamı aynı durumda buldu da onun bu durumu öğüt verenin kendisini onunla yemekten, içmekten ve hem dem olmaktan alıkoymadı. Onlar ne zamanki böyle yaptılar, Allah Teala da kalplerini birbirine benzetti. Sonra (Resulullah şu mealdeki) ayetleri okudu: “İsrail oğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun yaptıkları ne kötüdür! Onlardan çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin onlar için (ahiret hayatları için) önceden hazırladığı şey ne kötüdür. Allah onlara gazab etmiştir. Ve onlar azab içinde devamlı kalıcıdırlar. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve Ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.”[7]
Sonra Resul-i Ekrem: “Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ya marufu emreder, münkerden sakındırır, zalimin zulmüne mani olur, onu hakka çevirir ve onu hak üzerinde durdurursunuz yahut Allah Teala kalplerinizi birbirine benzetir de sonra İsrail oğullarını lanete uğrattığı gibi sizi de lanete uğratır.”[8]
Zulme Seyirci Kalan Tarafsızlar:
Tarafsızlık, bakar körlük, vurdumduymazlık, nemelazımcılıktır. İslam, insanın zulüm ve azgınlığına karşı sert, kararlı ve pozitif bir tutum takınmasını öngörür. Negatif (olumsuz) pozisyonda olmasını hoş karşılamaz. Zalimle mazlum arasında donma anlamına gelecek tarafsızlığı onaylamaz. Yeri ve zamanı geldiğinde zulüm çarkının dişlilerini kırmak için gereken neyse yapılır. Tuğyana, zulme ve kötülüğe karşı kesin ve müspet bir tavır belirleme imkanı varken, benlik çukuruna gömülmek, zayıflık gerekçesiyle menfi(nötr) pozisyon alıp Allah’ın erlerini zulme kurban etmek en büyük cinayettir.
Azgınlık ve zulüm, insan hayatını tarumar eden, toplumu ifsat eden münkerlerin başında gelir. Öyle ki, ne fıtrat ne din ne de akıl bunu kabul eder.
Allah Teala Kitabı Kerim’inde “Eyle” halkından haber vererek buyuruyor ki: “İçlerinden bir topluluk: “Allah’ın helak edeceği yahut şiddetli bir şekilde azab edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?” dedi. (öğüt verenler) dediler ki: “Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz.) Onlar kendilerine verilen uyarıları unutunca biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri de yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgeçmeyince onlara: aşağılık maymunlar olun! Dedik.”[9]
Ayetler üç gruptan bahsediyor. Birinci grup Cumartesi günü avlanma yasağını ihlal edip günah işlemiş, ikinci grup birincileri; Allah katında mazeretleri olsun diye hoş görmeyip onlara nasihat etmiş, üçüncü grup ise sükût edip “marufu emr münkeri nehiy” görevini yapmamışlar. Bununla kalmayıp nehyedenlere “Allah’ın kendilerini helak edeceği veya çetin bir azab ile cezalandıracağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz!” demişlerdir. Böylece nehyetmenin faydasının olmadığına hükmetmişlerdi. Belki de “farz-ı kifaye”yi tamamıyla terk ettiklerinden dolayı günahkâr olduklarını hesaplamıyorlardı. Kötülükten alıkoyma vazifesi son nefese kadar farz-ı kifayedir. Daveti kabul etme ihtimali olduğu sürece vaaz ve nasihatte bulunmak gerekmektedir. Aynı şekilde yeis yani ümitsizlik de haramdır. Günahkârın tövbesini ümit etmek de bir vazifedir. İmam Nevevi der ki: “Davetçi, fayda vermeyeceğini sanarak, iyiliği emir ve kötülükten vazgeçirme vazifesini terk edemez. Aksine onun vazifesi, iyiliği emir ve kötülüğü nehyetmekten ibarettir. Bu vazifeye devam etmesi gerekir. Çünkü öğüt, müminlere fayda verir.”[10]
Rabbimiz Enfal Suresi 25. ayetinde; “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirayet ve hepsini perişan eder.) biliniz ki, Allah’ın azabı şiddetlidir” demektedir. Efendimiz (sav) birçok hadisi şeriflerinde kötülükten men etmeyenlerin azaba maruz kalacaklarını söylemiştir. “Allah umumu, azınlığın işlediği amelden dolayı cezalandırmaz. Ancak umum kötülüğü görür de bunu engellemeye güçleri yettiği halde engellemezlerse Allah’ın azabı umuma da azınlığa da gelir.”[11] “Bir toplum Allah’a karşı isyan işlenip de güçleri yettiği halde bunu değiştirmezse Allah bundan dolayı gelecek azabı neredeyse tümüne yayar.”[12]
Hadislerden anlaşılan, görülen kötülüklere müdahale edilmesi gerektiğidir. Eğer müdahale edilmezse oradakilerin hepsi suça ortak olup kötülüğün cezasını beraberce çekeceklerdir. Cezanın sadece suçu işleyenlere isabet etmekle kalmayıp toplumun tümüne sirayet etmesi, işlenen münkerlere seyirci kalmaları, duyarsız davranmalarındandır.
İnzar Dergisi
[1] Büyük Lügat / Hayat / Türdav
[2] Âl-i İmran: 104
[3] Âl-i İmran: 110
[4] Tevbe: 71
[5] İslam Davetinin Esasları 2, A. Kerim Zeydan, Risale
[6] Lokman Suresi: 17
[7] Maide Suresi: 78-81
[8] Ebu Davud, Tirmizi
[9] A’raf Suresi: 164-166
[10] İslam Davetinin Esasları 2, A. Kerim Zeydan, Risale
[11] Ahmed İbn-i Hanbel / Müsned
[12] İbn-i Mace, Ebu Davud, Tirmizi