Evdeki sobanın etrafında bir baba, bir anne ve altı çocuk toplanır, ısıtırdık içimizi, yarına umutla bakan gözlerle, mutlu bir şekilde. Sabah kahvaltıya koyacak peynir bitmiş, kimin umurunda. Peynir suyu var ya, içine soğan banıp banıp ekmeğe katık yapan yine bizlerdik ve yine mutlu ailedeydik.
“Bir varmış, bir yokmuş” diye başlayıp, sabaha kadar anlatımı devam edecek “Yedi başlı canavar” bile bozamazdı mutluluğumuzu. Poh poh diye gaz lambasının silinen camı, aydınlatmaya yeterdi zifiri karanlık gecelerimizi. Lamba söndürüldükten sonra sobadan sızan ışıkların, tavanda çizdiği hayal âlemi, süslü rüyalarla bizleri taşırdı bir sonraki güne.
Henüz alfabe yoktu, elifba vardı. Ellerimizdeki cüzlerle, mahallede Kur'an dersi veren “Seyda” veya “Jinseyda”ların kapılarını aşındırırdık. Kur'an dersi aldığımız için henüz bize çikolata alınmıyordu. Bizler “Seyda”nın çocuklarına ceviz götürürdük.
Çarşılarımız iki dükkândan ibaret olsa da, soframız ve gönlümüz için yetecek malzeme bulundururlardı. Topaç getirdi mi mahalledeki bakkal, bizlerin ipi hazırdı. Henüz sanal oyunlar yoktu. Bir topacın etrafında kümelenen mutlu çocuklardık bizler.
Arada bir görürdük, şimdi her gün bindiğimiz arabaları. Mahalleye geldi mi bir araba, hemen etrafında pervane olurduk. Bir de buğday toplamak için def çalan âmâ “Dengbêj” için de toplanırdık mahallenin başında.
Dedim ya alfabe yoktu. ABD, BBC, AB, AET, CNN, PKK, YPG, PYD, PDY velhasıl bunlar ya yoktu ya da bizler için yok hükmündeydiler.
Sonraki dünyada…
İlk önce süt kirlendi. Duyduk ki ABD diye bir devlet süt tozu dağıtıyor. İnsanlar tereddütle yaklaşıyor. Aman ha “Gavurdan dost, verdikleri tozdan yoğurt olmaz” deyip süt tozunu evine almayanlar vardı; ama yine bulaştı evlere tek tük.
Biz nereden bilelim ki süt tozu ile girdikleri yerlere sonradan bombalarla geldiklerini? Ama sütü içmiştik bir kere. Sonra televizyonlarla girdiler gecelerimize. Kovboy filmleri ile sevmiştik sarı saçlı adamı. Kızıl derililerin haklı olduklarını anladığımızda çok geçti artık.
Kendimiz için kurduğumuz dünya kirlenmişti. Batılı yaşam tarzı, seküler hayat dayatılıyordu, kadimden gelen geleneğe. Belki sahil kentleri için kolaydı bu hayatı tutturmak. Çünkü kadınlarımızı plajlarda arz ediyorlardı kirli emellerine.
Ama bizler Kürt illerinde yaşıyorduk. Sahil mahil yoktu buralarda. Televizyon bizler için yabancı bir dil konuşuyordu. Ama ağacın kurdu ağaçtan misali, bizden birilerine verdiler yeni dünyaya alışma görevini.
Yeryüzünün zalimleri iken bizlerin gözünde kahramanı olmuşlardı bu yeni dünyanın. Nasıl da kördü gözlerimiz?
Nesle, ekine, ırza, ekmeğe düşman ama petrole dost bu yeni kurtarıcılarımızın kucağına atladığımızdan bu yana hep öldürülüyoruz. Hiç huzur yüzü görmedik sarı saçlı, mavi gözlü insanın dünyasına alıştığımız günden bu güne. Seydalarımızı da, onların söylediklerini de unutuverdik işte. Ne Kur'an kaldı ne da elifba. Ne medreselerimiz kaldı ne de Nûbihar.
Çocuklarımıza anlatıyoruz şimdi “Kaf dağı” ardında kalan mutluluğumuzu. Bir önceki dünyanın masalları ile büyütmeye çalışıyoruz. Ama bu dünyaya ait bir argümanı olmayan ve dolayısıyla yeni dünyaya kurbanlık nesil büyüttüğümüzün farkındalığı ile.
Ah keşke anlatabilseydim Irak'ta. Suriye'de kurtarıcıları için ölen gençlerimize, bizim dünyanın masallarını. Washington, Londra, Paris, Berlin gibi yerlerde, Avrupalı çocukların sabah kahvaltılarını huzur içinde yapmaları için, nasıl öldürülmemiz gerektiğini.
Hakkı hak, batılı da batıl bilmek ne kadar elzemmiş meğer.