Akşamında ani bir karar ile yola çıkılmaya niyet edilmiş ve sabaha saatler kurulmuştu. Güneş ışınlarıyla birlikte uyanmış, yönümüzü tarihe ve doğaya çevirmiştik. Rotamız, Bir Osmanlı Başkenti: Bursa.
Kuzeyinde Marmara Denizi ve Yalova, kuzeydoğuda Kocaeli ve Sakarya, doğuda Bilecik, güneyde Kütahya ve batıda Balıkesir illeri ile çevrili olan Bursa, Türkiye’nin en kalabalık dördüncü ili olmasına rağmen Dünya yaşanabilir şehirler listesinde Dünya’da 28. sırada Türkiye’de ise 1. sırada yer almaktadır. Eski adı Hüdavendigar olan Bursa, doğal ve tarihi güzellikleri bir arada barındırmasıyla ayrı bir atmosfere sahiptir. Özellikle Osmanlı devletinin ilk başkenti olması hasebiyle adını duyduğumuz ve duymadığımız onlarca tarihi yapı, cami, medrese ve türbeye ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca Marmara bölgesinin en yüksek dağı olan Uludağ’a sırtını yaslamış olması, doğasının da en az tarihi kadar heybetli olduğunu göstermektedir.
Tarih ve doğa heybetlisine süren yolculuğumuz, Bursa şehir tabelasını görmemizle devam ediyordu. Sabah kahvaltısını rotamıza yaraşır şekilde Tarihi Taş Fırın’da yapma isteğimizden dolayı bir anda kendimizi cami avlusunu aşan bir sırada buluyoruz. Sıranın kalabalık olması gözünüzü korkutmasın, mekânın çalışanları bu kalabalığa öylesine alışmış ki sıra hemen size geliveriyor. Birçok üründen alıp çeşit yapmamıza rağmen sizlere tavsiyem tahinli pide ve simidini denemeden Bursa’dan ayrılmayın. Karnımızı doyurduktan sonra tarihe doğru adımlar atıyoruz elbette. Fırından öte adımladığımız üç beş sokak bizleri tarihi kapalı çarşı ve hanlar bölgesine çıkarıyor. Bursa çarşısının en eski bölümünü oluşturan bu kısım, sırtını etrafındaki hanlara dayamış mini işletmelerden oluşmaktadır. Kapalı çarşının bir bölümünden açıldığımız Ulu Cami’nin avlusu, pandemiden dolayı bizleri her zamanki kalabalıkla karşılamıyordu. Yıldırım Bayezid tarafından, Niğbolu Zaferi sonrasında 1396 yılında yapımına başlanılan ve 1399 yılında tamamlanan Ulu Cami, zaman içerisinde istila, deprem, yangın gibi felaketlerden oldukça zarar görmüş ve çeşitli onarımlar geçirmiştir. Dikdörtgen bir plana sahip olan Ulu Camii aynı zamanda Erken Dönem Osmanlı Mimarisi, çok kubbeli camileri arasında en büyük ve en anıtsalı olma özelliğine de sahiptir.
Yirmi kubbe ile örtülü olan caminin orta kısmındaki kubbesinin üstü camlı olup, altında on altı köşeli büyük mermer bir şadırvan bulunmaktadır. Bir rivayete göre Niğbolu Zaferi sonrasında Yıldırım Bayezid şehre 20 cami yapılmasını istemiş ancak Emir Sultan Hazretleri yeni oluşan şehirde 20 caminin fazla olacağı düşüncesiyle, 20 kubbeli bir caminin daha uygun olacağını Yıldırım Bayezid’e bildirmiştir. Hatırı sayılır bir kişi olan Emir Sultan Hazretleri’nin bu fikri, Yıldırım Bayezid tarafından da uygun görüldükten sonra caminin yapımına başlanmıştır. Caminin doğu, batı ve kuzey cephelerinde olmak üzere üç kapısı bulunmaktadır. İki minaresinden batıda olanı Yıldırım Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Bu bilgiler eşliğinde camiyi gezerken yapı mimarisi dikkatimizi daha çok çekiyor ve kendimizce detayları fark ediyorduk. Mimarisinden ziyade içerdeki manevi hazzın tarifini yapmak isterdim fakat buna uygun kelimeleri seçmekte zorlanıyor belki de bunun anlatılmaktan ziyade solunması gereken bir his olduğuna kanaat ediyorum. Yolunuz Bursa’ya düşerse ıskalanmaması gereken bir atmosfer.
Hemen sonrasında kendimizi hafifçe bir yokuşu tırmanırken buluyoruz. Tophane dedikleri mevkide Saat Kulesi ve Osman Gazi Türbesinin bulunduğu alana geliyoruz. Ne olduğunu anlamadan bir anda etraf hareketleniyor, meğer kısa bir süre önce Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'nin türbesinde başlatılan alp kıyafetiyle saygı nöbetinin nöbet değişim merasimine denk gelmişiz. Hesapta olmayan güzellikler daima programa renk katmıştır. Törenden sonra türbenin yanı başındaki seyir terasında şehri izlemeye dalmış, şehrin kalbine saplanan, görüntü kirliliği bir yana şehrin silüetini bozan dev yapıları görünce içimi bir burukluk kaplıyor. Her ne kadar işin teknik boyutundan anlamasak bile gönlümüze ve gözümüze huzursuzluk veren yapılar oraya ait olmadığını hatta hiçbir yere ait olmaması gerektiğini anlatıyordu. Bir süre burada vakit geçirdikten sonra Bursa Botanik Parkı ve Hayvanat Bahçesi’nin olduğu alana doğru yola koyuluyoruz. Karnımızın acıktığını hissetmiş, daha önceden planladığımız gibi Botanik Park içindeki İskender Bey Konağı’nda Bursa’yla özdeşleşen bir tadı deneyimleyecektik. Çok geçmeden konağa varmış, araç yoğunluğundan içerisinin de kalabalık olduğunu anlamıştık. Tam tahmin ettiğimiz gibi, oturacak yer bulmakta zorlandığımız mekânda iskender+şıra sipariş ettikten sonra uzun bir süre bekledik. Bekleyişin ardından gelen iskender ne yazık ki beklentimin bayağı altındaydı. Öyle bir mekânda iskenderi deneyimlemektense Bursa’nın ara sokaklarının birinde tabelası dahi olmayan bir yerde gerçek lezzeti deneyimlemek isterdim. Zaten oldum olası popüler mekanlardan ürkmüşümdür, popülerlik kazanınca lezzetin büyüsü kaçıyor gibi. İnsanlar bunu fark edene kadar uzun yıllar marka namının ekmeğini yiyorlar.
Yemekten hemen sonra yanı başımızdaki hayvanat bahçesine giriş yapmıştık. Yıllık yüz elli bin yerli ve yabancı ziyaretçinin akın ettiği hayvanat bahçesi, yirmi yılı aşkındır hizmet veriyor. İçerisinde doğal yaşama uygun dizayn edilen barınakların ve yaşan alanların bulunduğu bahçe, 9 gölet ve 3000 ağaca da ev sahipliği yapmaktadır. Hayvanat bahçesi, içerisindeki yürüyüş yolları sayesinde bütün alanlara erişip gözlem yapabilmenize olanak sağlıyor. İçerisinde Türkiye’ye özgü 67 türden 600 hayvanın da barındığı bahçe; ayı, kurt, aslan, leopar, yırtıcı kuşlar, su kuşları, lama, yaban eşşeği, deve, maymun bölümleri ile deve kuşları ve zebraları barındıran Afrika Savağı bölümüne de ev sahipliği yapmaktadır. Bölüm bölüm gezerken bir tarafta çölde safarideymiş gibi hissederken öbür tarafta penguenler ve foklar sizlere keyifli anlar yaşatabiliyor. Birbirinden canlı yılan türlerini ise bir cam mesafesinde görüyorsunuz. Biraz korku biraz hayret biraz da eğlencenin harmanlandığı hayvanat bahçesi turumuza, bahçenin tam ortasında Cumalıkızık köyünün bir sokağı kopya edilerek inşa edilen ‘çocuk köyünü’ gezerek son verdik.
Yeni rotamız, adını Osmanlı Devleti’nin ilk köylerinden biri olan Uludağ Yolu üzerindeki İnkaya Köyü’nden alan çınar ağacı: İnkaya Çınarı. Yaklaşık 600 yıllık geçmişiyle dünyaca ünlü olan İnkaya Çınar’ı, 13 ana kola sahip olup boyu 35 metredir. Dallarının kalınlığı 3-4 metreyi bulan çınar, Türkiye’nin en yaşlı ağaçlarından biridir. Görürken hayret ve hayranlığı bir arada yaşayıp, İnkaya Çınar ağacının kökünü tartışmaya açmıştık. Tartışmamız; sağlam bir köke bağlı olmamız durumunda dallarımızın birbirinden farklı yönlere veya uzağa gitmesinin bizi endişelendirmemesi, neticede aynı kök üzerinde durduğumuz konusunda hemfikir olmamızla son buldu. Yol üstünde uğradığımız İnkaya Tarihi Çınarı yanı başındaki çeşmeden içtiğimiz soğuk sudan sonra, Uludağ’a tırmanmaya başlıyoruz. Havanın sisli olmaması durumunda uzaktan çok net seçilebilen Uludağ, 2543 metre rakımıyla Türkiye’nin en büyük kış ve doğa sporları merkezidir. Daha çıkarken bizleri büyülemeyi başaran Uludağ, yol aldıkça 14 derecelere düşen bir yaz günüyle karşılıyor bizi. Kuzey kesimimde Sarıalan, Kirazlı, Kadı ve Sobra yayları bulunan Uludağ’a teleferikle de ulaşmanız mümkün. Yemyeşil doğasıyla bizleri içine çeken Sarıalan mevkisinde akan kaynak suyundan buz gibi sularımızı doldurup, az ilerisinde *tertemiz havada acıkırız* fikriyle yanımıza aldığımız köfteler ve böyle bir ortamın vazgeçilmezi olan çay için ateş yakmaya başlamıştık bile. Gün batımına kadar durduğumuz, hiç ayrılmak istemediğimiz doğa harikası, güneşin vedasıyla bizlere yol vermiş gibiydi. Dolu dolu geçen bir günün ardından eve dönme vakti gelmişti.
Düştük yine yollara, dönüş yabana.
Söz&Kalem - Murat Çöklü