24 Ekim 1924 yılında doğan Fuat Sezgin, 30 Haziran 2018'de vefat etti. Allah rahmet etsin.
Üzülerek belirtelim ki, çoğumuz Türkiye Cumhuriyeti ile yaşıt olan bu bilim insanını ancak ölümüyle birlikte keşfedebildik. Bakalım, eserlerinden ne zaman istifade etmeye çalışacağız.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, merhumun cenaze töreninde, “2019 yılını Fuat Sezgin yılı olarak ilan edeceklerini” belirtti. Bu elbette ki takdire şayan bir kadirşinaslıktır. Lakin bundan da daha önemlisi, bizim kaç Ritter'imizin olduğu veya neden Türkiye üniversitelerinin de Sezgin gibi bilim insanları yetiştiremedikleri üzerine kafa yormak olsa gerek.
Bunun en önemli nedeni, Türkiye'deki üniversitelerin bir bilim yuvasından çok, birer mankurtlaştırma merkezini andırmalarıdır. Her biri değişik bir gücün veya vesayet odağının hizmetinde olan bu kurumlara asli özellikleri kazandırılmadıkça, dünyaya mal olacak bilim insanları yetiştirmeleri de mümkün değil.
Türkiye gibi, müstemleke zihnin egemen olduğu ülkelerde, hemen hemen hayatın her alanındaki son sözü çoğunlukla işinin ehli olanlar değil de, liderler söylerler. Bu da doğal olarak özgün ve özgür düşünceyi kısırlaştıran bir durumdur.
Geçenlerde gündeme getirilen “İslam'ın güncellenmesi” konusu buna bir örnektir.
Erdoğan'ın, “İslam'ı güncellemeliyiz” beyanıyla birlikte konuşan konuşana… Akademi dünyasından diyanet camiasına kadar onlarca yıldır akıllarını ve muhakemelerini nereye koydukları veya kimin hizmetime verdikleri bilinmeyen bu allameler hemen dile geldiler ve bu hayati konuyu dillerine doladılar. Neden “tartıştılar” demiyoruz da, “dillerine doladılar” diyoruz? Çünkü tartışmıyorlar da ondan. Tartıştıkları takdirde hakikat ile yüzleşeceklerini ve bunun da tıpkı Galileo ve Ebu Hanife'de olduğu gibi bir bedelinin olduğunu biliyorlar. Gerektiğinde bu bedeli ödeyecek bir duyarlılıktan yoksun oldukları içindir ki, gereken kişilere göründükten ve dahi hoşa gidecek birkaç söz sarf ettikten sonra tekrar koltuklarına tünediler. Böylece İslam'ın nasıl güncelleneceği, bu güncellemeyi laik devletin mi, laik devletin bir kurumu olan Diyanetin mi, ilahiyatçıların mı veya bağımsız âlimlerin mi yapacağı gibi hayati derecedeki sorular da cevapsız kaldı.
Böyle hocaların işgal ettiği üniversitelerde ne Ritter'ler kendilerine yer bulabilirler ve ne de Sezgin'ler yetişebilir.
Sezgin, hayatını o kadar dolu ve o kadar verimli geçirmiş ki… Gıpta etmemek mümkün değil gerçekten. Bir söyleşide kendisine, “bilim tarihi çalışmalarınıza başladığınızda Türkiye'de nasıl bir ortam vardı? Sizi yönlendiren hocalar kimlerdi?” diye sorulduğunda, şu cevabı veriyor: “Hocalar mı dediniz? O kadar çok hoca var mıydı Türkiye'de?” Söyleşiyi yapan kişi araya giriyor; “ kimler var idiyse…” Sezgin devam ediyor: Bir hoca vardı, hem de büyük bir hoca. O da kâfi idi. Alman asıllı Helmut Ritter.”
Sizce de Türkiye üniversiteleri ve tabii ki hocalar adına utanç verici değil mi?
Sezgin, hocası Ritter için diyor ki; “Gerçekten de talebelerinin başarısı karşısında bu kadar çok sevinen bir insanı, bir hocayı hayatım boyunca tanımadım.”
Rejim tarafından ülkesinden kovulan veya kendisi terk etmek zorunda bırakılan o kadar Sezgin'i var ki Türkiye'nin. Batı'ya gidebilmek iyi idi, ama kurtuluş da değildi. Çünkü oranın da kendisine göre zorlukları ve dahi tuzakları vardı. Tıpkı Sezai Karakoç'un Masal şiirinde anlattığı 7 kardeş gibi.
Yeri gelmişken, rejimin gadrine uğramış şahsiyetlerden birini daha analım; Ekrem Tahir! Onlarca yıldır Viyana'da yaşamaktadır. Neden canı gibi sevdiği ülkesini terk etmek zorunda kaldığını, Varlık ve Hece adlı eserinin girişinde şöyle anlatıyor: “… Ve sonra kader karşıma, Türk düşüncesinin gizli Ece'sini çıkarır: Prof. Hamide Topçuoğlu'nu. Ve bana; “gücün varsa Batı'ya göç et, yoksa…”
Toparlayacak olursak, Ritter gibi hocalarımız olsaydı, Sezgin gibi bilim insanlarımız da olacaktı. Bunun da yolu, hâlihazırda birer mankurtlaştırma merkezi olan üniversitelerimizi isimleriyle müsemma bir seviyeye çıkarmaktan geçer.