Adana'da yargılananlar, Ergenekon ya da Balyoz sanıkları olsaydı sonuç yine böyle olur muydu. Elbetteki hayır. Peki KCK sanıkları olsaydı yine böyle cezalar verilir miydi. Elbetteki hayır. Ve en önemlisi, bu mahkeme 17 ve 29 aralıkta olduğu gibi hükümettekilerin kendileri veya yakınlarını konu edinseydi sonuç aynı olur muydu? Malesef bu ülkede hukukun kişiye göre özel işletildiğini herkes bilir de tepki göstermek için sıranın kendisine gelmesini bekler.
Şimdi Adana'ya gidelim. Daha birkaç ay öncesinde hükümete yakın medyada mesela Sabah gazetesinde belirtildiği gibi 2000'li yıllarda Hizbullah cemaatine karşı yalan ve iftiralarla korku paranoyası oluşturuldu. israil destekli kurumsal ve sözde sivil yapılar, Hizbullah cemaatine karşı belki de dünyanın hiçbir ülkesinde yapılmayan bir algı mühendisliği ile psikolojik tüm harp tekniklerini uyguladılar. Bırakın kolluk güçlerini, vergi dairelerinden hatta köydeki okullardan bile her ay Hizbullah'a karşı aldıkları tedbirler hakkında rapor istendi.
Mahkemeler, dosyasında Hizbullah'la ilgili aleyhine bir kelime dahi buldukları herkese adeta ceza yağdırdılar. Bu mahkemelerin belki de en hızlı ve pratik olanları Adana'da idi. Öyle ki, ismi, bir zaman bir yerde Hizbullah ile birlikte geçmiş kişilerden birkaç kişinin kısa süreli bir alakadan sonra Hizbullah aleyhine çalıştığına dair Mit ve emniyet raporlarına bile aldırış etmeden herkese örgüt üyeliği cezası verdiler. Yani Hizbullah'a çok önce düşman olduğu halde Hizbullah'tan ceza alanlar bile yıllarca hapis yattılar. Eh devletin yüreği şefkatli diye, her tevbeyi de kabul edecek değildi ya..
Sonuçta binlerce insan, Hizbullah adına camiye gitti, Hizbullah adına yedi, içti, yürüdü, oturdu, konuştu gibi tespit edilen binlerce suç delili(!) ile cezalandırıldılar. Onlardan çoğu, cezalarını bilfiil yatıp çıktılar ama laik devlette süreklilik, paralel hizmette ise gönüllülük esas alındığı için, potansiyel suçlu muamelesi görmeye devam ettiler. Çıkardıkları dergi ve gazeteyi almaları suç, kurdukları derneğe gitmeleri yasadışı eylem, devletten izin alıp yaptıkları etkinlikler ise terör faaliyeti sayıldı. Devlet, tabi ki kayıtsız şartsız kendisine biat istiyordu. Paralel hizmet ise, Hizbullah'a verdiği zarar ve çıkardığı zorluk ile gerek devlet nezdinde ve gerekse otorite yanında şirinliğini ve sadakatini ispatlamaya çalışıyordu.
Ama bir şeyler ters gitti. Suç saydıkları dergilere başka basın yayın araçları da eklendi. Delil üretmek için her dosyaya yazıp çizdikleri dernekler ve sevabı bol olsun diye belki de abdestle dinleyip izledikleri o dernek gönüllüleri, günden güne arttı. Gelen halkın önüne geçip,”Ne yapıyorsunuz, bunlar burada gerçekte kutlu doğum mevlidi filan değil terör faaliyeti yapıyorlar, sakın gitmeyin” dedikleri halde ve engel çıkarmada Türkçe olimpiyatlarında madalya bekler gibi çabaladıkları halde, her kesimden milyonlarca kişi, etkinliklerine gitmekle kalmadı, bir dahakini hasretle bekler oldu.
Evet “Takdir-i Hüda kuvve-i bazu ile dönmez. Bir şem'a ki, Mevla yaka üflemekle sönmez” denmiştir ya. Mevla, mustazafları yeryüzüne önderler ve varisler kılmak istemişse -ne yapalım- bu nur, öyle polislerin ve yargıçların kulağına üflenerek söndürülemiyordu.
Ve şimdilerde üzücü(!) bir gelişme daha oldu. Batıda da Hizbullah cemaatine ve faaliyetlerine karşı günden güne büyüyen ve nitelik kazanan bir sempati gelişti. Şehid Yasinler ve onları yetiştiren ruh, İslamcı diye tarif edilen bir çok kanaat önderince benimsendi.
Ha bu arada mahkemeler ne oldu? diyorsunuz. Ne yapacaklar, paralel ve seri olarak uydurulan deliller(!) için gereğini düşünmeye devam ettiler ve mezkur İslami ve insani faaliyetlerde gerekli olan kalifiye eleman açığını kapamak için Medrese-i Yusufiyelere habire öğrenci kaydettiler.
Ama sırada daha üzücü şeyler var. Öyle çekilen kuralarda hep birinci çıkmak filan değil, siz buna ister, onbir gezegen güneş ve ayın bulunduğu bir rüyanın tabiri deyin, isterseniz yedi zayıf ineğin yedi besili ineği yemesi deyin farketmez gönüllerin ve hazinelerin anahtarları, Hür ve adanmış Yusuf'larını çağırıyor.