TBMM’nin milli iradeyi yansıttığı dönem, 23 Nisan 1920’de kuruluşundan Cumhuriyetin kurulduğu 29 Ekim 1923 yılına kadardır.
Mustafa Kemal Cumhuriyeti ilan ettikten sonra tercihini demokrasiden yana değil, tek partili ve dahi totaliter bir rejimden yana yaptı.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra TBMM milletin iradesini temsil vasfını yitirdi. Mustafa Kemal 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı “Şeyh Said İsyanı’na destek vermekle” itham edip kapattırmakla kalmadı, kendi emri ile 17 Ağustos 1930’da Fethi Okyar’a kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı üzerinden bir yıl dahi geçmeden yine kendi emri ile 17 Kasım 1930’da kapattırdı.
Mustafa Kemal başka fikirlere olan tahammülsüzlüğünü henüz Cumhuriyeti ilan etmeden gösterir ve meseleleri medenice ve açık yüreklilikle tartışmaya zemin oluşturmak yerine, kendisi gibi düşünmeyenleri, “fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir” şeklinde ölümle tehdit etti.
TBMM’ne kimin seçileceğini ve kimin seçilemeyeceğini hiçbir zaman millet belirlemedi, sadece ve sadece Mustafa Kemal belirledi.
Mustafa Kemal’in öncelikli ve hatta biricik amacı ve hedefi, yıllarca süren savaştan çıkan ve üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun kalbinde kurulan Türkiye’nin yaralarını sarmak, toplumsal barış, güven ve refahı sağlamak ve böylece “muasır ülkeler seviyesine ulaşmak” olmadı, ideolojisiyle, inancıyla ve hayat tarzıyla yeni bir toplum oluşturmak oldu. Ki bu da milletin %99'unu karşısına almak demekti. Mustafa Kemal bu sorunu da bizzat kendi eliyle ihdas ettiği “irtica” ve “bölücülük” üzerinden aştı; Müslüman toplumu dini ve etnik aidiyetleri üzerinden tanımlayarak, düşman kategorisine koydu.
Sonrası malum; katliamlar, kıyımlar, sürgünler, İstiklal Mahkemeleri ve ülkenin dört bir yerinde kurulan darağaçları ve daha nice zulümler.
Örneğin, Almanya, İtalya ve Avusturya gibi ülkeler de galibiyle ve mağlubuyla Birinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’den daha büyük yaralarla çıktıkları halde, kısa zamanda kendilerini toparlarken, Mustafa Kemal ve halefi İsmet İnönü Türkiye’yi andığımız ülkelerle yarıştıracak ve onları geçecek hamleler yapan Nuri Demirağ’ları ve Nuri Killigil’leri etkisiz hale getirmeyi tercih ettiler.
Türkiye ile ABD arasında 13 Mart 1950’de imzalanan ve toplumun meselenin içyüzünü bilmemesine özen gösterilen Fulbright Antlaşması vardır. O tarihten beridir Türkiye’nin eğitim sistemi ismen “milli” olsa bile, fiilen müstemlekedir. Sözlerine “milli” ile başlayan ve “milli” ile son veren bugünkü TBMM Türkiye’yi bu bağımlılıktan kurtaracak kadar milli değildir!
Türkiye’nin üniversiteleri de bu müstemleke zihniyet ile maluldür. Türkiye’de gerçek anlamda bilgiyi-bilimi önceleyen ve şu veya bu vesayetin hizmetinde olmayan bir üniversite yoktur! Üniversiteden çok, her biri birer mankurtlaştırma merkezini andırmaktadır. Bu nedenledir ki, hiçbirinde ülkenin meseleleri oldukları gibi ortaya konulamazlar ve özgür bir şekilde konuşulup tartışılamazlar.
Darbeler konusuna gelince…
Türkiye’nin en köklü partisi ve dahi Cumhuriyeti kuran parti olan Cumhuriyet Halk Partisi zaten darbelerle özdeşleşen bir partidir. Dün olduğu gibi bugün de toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslümanlara ve İslam’a saygısı yoktur. Saygıyı da geçtik, her fırsatta düşmanlığını kusan özelliğini de ilk yıllardaki gibi koruyor. Yüz binlerce insanımızın canına yüzlerce milyar dolarlık maddi imkânlarımıza mal olan Kürtleri inkâr, imha ve asimilasyon politikaları da bu partinin eserleridir. Türkiye’deki bütün darbelerle de şu veya bu şekilde bir ilişkisi olması nedeniyle darbeci bir partidir. Dolayısıyla darbeleri kınamaları özde değil, sözdedir.
Cumhuriyet tarihinin en büyük halk desteğini almayı başaran AK Parti yine halkın desteğiyle birçok darbeyi savdı ve en önemlisi de 15 Temmuz Darbe ve İşgal Girişimini akamete uğrattı, ama darbecilerin en büyük besin kaynağı olan eğitim sistemini ıslah edemediği içindir ki, darbe tehlikesi de varlığını sürdürmektedir.
Evet, Cumhuriyet kurulalıdan beridir millet olarak darbelerle ve darbecilerle vuruşa vuruşa geldik. Bu uğurda nice katliamlara, sürgünlere, idamlara ve işkencelere maruz kaldık. En son darbeyi de kesin bir zaferle kazandık, ama bize tahakküm eden anayasa hala darbecilerindir!
Ve TBMM’deki bütün partiler darbecileri ve darbeleri lanetlemelerine rağmen, ezici çoğunluğu darbecilerin anayasasından rahatsız olmak şöyle dursun, cansiperane sahipleniyorlar. Haliyle insan sormadan edemiyor; bir yandan darbeleri ve darbecileri lanetlerken, diğer yandan darbecilerin anayasasını kutsal bir kitap gibi savunmak da darbeciliğin ta kendisi ve dahi daniskası değil mi?