Batı'nın güç kaybı sürecinde olduğu herkesin bildiği ve dillendirdiği bir hakikattir artık. Ancak Batı, can çekişen bir adamın düşmanına sıktığı son kurşun misali, son kurşunlarını İslam âlemine sıkıyor.
Batı, Arabistan Yarımadası'nda fiili işgal alanını genişletiyor; siyonist devletin Kudüs'ü başkent edinmesine alttan alta destek veriyor, israil'in konumunu sağlamlaştırması için imkân oluşturuyor. İslam dünyasının zayıf ve mağdur toplulukları üzerinden yeni mevziler elde ediyor.
Batı'nın çöküş yolunda iken İslam dünyasındaki fiili işgal alanını genişletmesi nasıl açıklanabilir?
Elbette, Müslümanların ihtilaf içinde olmaları ile…
Üç ciltlik “Haçlı Seferleri Tarihi” kitabını İngiliz Kraliyeti'nin emri ve finansmanı ile kaleme alan Steven Runciman açık bir dille ifade ediyor:
“Haçlı devlet adamları içinde uzak görüşlü olanlar, İslam dünyası içinde birlik teessüs etmediği sürece krallıklarının yaşayabileceğini idrak etmişlerdi ve bu birliği baltalamak gayesiyle siyasi elçi heyetleri durmadan hareket halinde bulunuyorlardı. Haçlı ve Müslüman ileri gelenleri aykırı inançlı saraylarda şeref misafiri olarak kabul edilmekteydiler.”
Runciman, bu görüşünde yalnız değildir. Haçlı Seferleri'ni yazan diğer bir İngiliz tarihçi Stevenson da “Doğudaki Haçlılar” adlı kitabının henüz ikinci sayfasında “Haçlıların başarısının kaynağı, düşmanlarının (Müslümanların) birlik içinde bulunmamasıydı” tespitini yapıyor.
Tarih tekerrür etmez; ama sekiz yüz elli yıl öncesine ilişkin bu cümleler bugünü de anlatmıyor mu?
Bugün de Batılı devlet adamlarından uzak görüşlü olanlar, Batı'nın İslam dünyasında sömürgeci bir güç olarak varlığını Müslümanların birlik içinde bulunmamasında görmüyorlar mı? Öyle görüyorlar elbette.
Bugün de Batı, atası Haçlılar gibi, Müslümanların bir araya gelmemesini İslam dünyasında sömürgeci bir güç olarak bulunmasının tek garantisi olarak görüyor. Bütün politikalarını Müslümanların bir araya gelmemesi hedefine hizmet edecek şekilde geliştiriyor. Müslümanları parçalayacak her girişimi niteliği ne olursa olsun destekliyor.
Ne yazık ki İslam dünyası, bu girişimi görmezlikten geliyor. Kimse cesurca “Acaba Batı'nın Müslümanları parçalama girişimlerine malzeme oluyor muyuz?” sorusunu sormak istemiyor, kendi siyasetini bu yönde sorgulamaya yanaşmıyor.
Batı'nın emellerine alet olmamak için böyle bir sorgulama gereklidir. Ama ondan da daha gerekli olan;
İslam dünyasındaki mağdur toplulukların tartışılmadan verilmesi gereken hakları için kendilerini Batı'ya muhtaç hissetmelerinin önüne geçilmesidir.
Bireyler fedakâr olabilir, toplumlar, temel insanî hakları konusunda fedakâr olamaz. Mağdur kendisi için kapı arar. İçerdeki zayıf mağdur, bir dış güçle işbirliği ettiğinde gücünün birkaç katına ulaşır, haklarının verilmesinden dolayı ortaya çıkacağı düşünülen zararın birkaç katı zarara neden olur.
İslam dünyasında ne yazık ki ulusalcı bakış açısı yüzünden kimse, bu can alıcı noktayı görmek istemiyor. İslam dünyasının hayatî kazançları, ırkçı ve mezhepçi ideolojik bakış açısına kurban ediliyor. İdeolojik romantizmden uzak realist bir bakış açısından yoksunuz. Irkçı ve mezhepçi bakışımız, gözlerimizi kör etmiş. Hep birlikte kurtulmak mümkün iken hep birlikte batıyoruz. İçimizdeki mağdur, hakkını Batı nezdinde arıyor. Batı'nın vereceğini düşündüğü bir hak için Batı'nın militanına dönüşüyor. Güçlülerimiz de o hakkı vermemek için Batı'nın kapısında duruyor, Batı'ya vaatlerde bulunuyor.
Güç kaybına uğrayan Batı'nın İslam dünyasında güç kazanmasına yol açan bu kör düzeneği ne zamana kadar sürdüreceğiz? Kendi aramızda basitçe hâl edebileceğimiz bir problemi ne zamana kadar Batı'ya götüreceğiz? Birbirimize olan kinimiz ne zamana kadar hepimizin Batı'nı kölesi olmasına yol açacak?
Batı'nın kapılarını aşındırmaktansa gönül kapılarımızı birbirimize açalım, birbirimizi anlayalım, Batı'ya taviz vermekte değil, birlikte yaşamamızı anlamlı kılacak adımları atmakta cesur olalım.