Önceki yazıda dört çatışma potansiyelinden “Türk-Kürt” ve “Sünni-Şii/Alevi” çatışmasından söz etmiştik. Bu yazıda diğer potansiyellerden söz edeceğiz.
3) “Laik-anti laik çatışma potansiyeli.” Söz konusu çatışma potansiyeli, dinin modern dünyadaki rolünün ne olacağı sorusuna verilen farklı cevaplardan, küreselleşme olgusuna paralel baş gösteren yerel ve yöresel yeni kimlik arayış ve tanımlamalardan ve giderek kamusal alanlarda görünür olmak isteyen yaşama biçimleri arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. “Din ve laiklik” temel bir çatışma noktasıdır. İslam dünyasında çatışmanın açık biçimde yaşandığı ülke Türkiye’dir, konu bölgeyi de yakından ilgilendirmektedir.
4) Öldürücü mahiyette olan bir başka çatışma potansiyeli “yoksul zengin çatışması”dır. Bunun büyük ölçüde “sınıfsal” olduğunu söyleyebiliriz. Burada söz konusu olan sınıflar Karl Marx’ın ve Marxistlerin sınıfa getirdikleri tanımlardan farklıdır. Kapitalizmin değişen üretim yapısından, iktisadi ve ticari hayata yaptığı müdahaleden ve elbette gelir bölüşümünde gözlenen büyük ve derin eşitsizliklerden, adaletsizliklerden kaynaklanan bu çatışmayı anlamaya çalıştığımızda, ister ulusal düzeyde ister uluslar arası veya küresel düzeyde olsun, bizi yanıltan temel bir yaklaşım hatası öne çıkmaktadır. O da şudur:
Zannediyoruz ki çatışma yataydır, hariçten yani göründüğü vechesiyle gruplar arasında cereyan etmektedir. Tam aksine çatışma yatay değildir. Yani çatışma Kürt ile Türk, Alevi ile Sünni, yoksul ile zengin ya da laik ile anti laik-dindar arasında değildir. Çatışma dikeydir. Dikey olması şu anlama gelir: Modernitenin temel felsefi varsayımlarından hareketle “yeni bir birey”, “yeni bir toplum” ve “yeni bir ulus” inşa etme misyonuyla devlet yeniden tanımlanınca, tarihte daha önce örneğine hiç rastlamadığımız “yeni bir çatışma biçimi” ortaya çıktı ki, bu aslında farklı form ve enstrümanlarla sürse de “insan ile devlet” arasında çatışma olarak şekillendi. Burada çatışmada taraf olan “devlet” kendi tabii ve klasik fonksiyonlarıyla yetinen “geleneksel devlet” değil, “modern devlet”tir.
Geleneksel Osmanlı, Selçuklu, Safevi, Abbasi, Emevi devleti veya yönetim biçimleri insanla çatışmıyordu, elbette acımasız iktidar mücadeleleri vardı, siyasi mücadeleler sürerken hukuk ihlalleri yaşanıyordu ama sorun iktidar kavgalarından ibaretti. Modern zamanlarda söz konusu olan ise devletin bizatihi kendisinin yeni bir misyonla, mesela Hegel’in tanımladığı tarzda “Tanrı’nın arzusu ve yeryüzündeki yürüyüşü” biçiminde yeniden örgütlenerek insanı kendi arzusuna mecbur etmeye başlaması, devletin ilahlığa kalkışması, insana boyun eğdirmesi ve bunu yüceltilmiş mutlak bir misyona dönüştürerek yapmaya kalkışmasıdır.
Bu anlamda çatışma yatay değil, dikeydir. Farklı kimlikler, toplumsal gruplar kendi aralarında çatıştıklarını zannettikleri ve sahiden çatışmaya heveskar oldukları sürece, modernlik ve modern devlet varlığını devam ettirmekte, iktidarını ayakta tutabilmektedir. Denebilir ki, modern devleti ve canavara dönüşmekte olan iktidar aygıtını ayakta tutan onun sürgit toplumda gruplar arasında çatışma potansiyelini arttırması kabiliyetine ve marifetine bağlıdır.
Şu var ki, yeni bir döneme girmiş bulunuyoruz. Sıkça hatırlattığımız üzere insanoğlu göçebelikten yerleşik hayata geçerken büyük sancılar yaşadı. İslam’ın ilk döneminde Emevilerle beraber başlayan o muazzam alt üst oluşların gerisinde bu türden sancılar yatıyordu. İkinci büyük beşeri hareket köy, kır ve küçük yerleşim birimlerinden büyük kent merkezlerine vuku bulandır. Şu anda dünya nüfusunun yarısı kentlerde toplanmış bulunuyor, göç devam ediyor. Savaşlar, askeri işgaller, iç çatışmalar, ekolojik felaketler, tabii afetler, iç göçler, yoksulluk, siyasi iktidarların baskıları, daha müreffeh hayat arayışları ve başka zorlayıcı faktörler göçleri hızlandırıyor. Bu, üçüncü beşeri harekete işaret etmektedir ki, bu da, devasa kentlerin varoşlarından, metropollerin kenarlarından merkezlere doğru olan biçimidir. Bu, kendisiyle beraber büyük bir şiddet ve çatışma potansiyelini getirmektedir.
Yerküresinin yaşadığı derin kriz modernliğin krizidir. Modernite “birey, sekülarizasyon ve ulus devlet” üçlü sac ayağı üzerinde yükseliyordu. Kendini dün olduğu gibi bugün de “eğitim ve kültür”le ayakta tutmaya çalışıyor. Ancak geldiğimiz noktada ulus devletinin bireyi eşit yurttaş olmadı, bu proje hayata geçemedi. Esasında eşit yurttaşın kendisinde temel bir sorun vardı. Eğer eşit yurttaşlığı savunuyorsanız siz farklı kimlikleri ve tabii (dini, etnik) farklılıkları savunamazsınız. Çünkü eşit yurttaş demek devletin tanımladığı standartlar dahilinde tektipleştirilmiş insan tasavvuru demektir. Kültür küreselleştikçe medeniyetler ölüyor, yerel-yöresel farklılıklar yok oluyor. Ancak devletler henüz kendi modern misyonlarından hala kuşkuya düşmüş sayılmazlar. Devlet hala medya vb mecraları etkili kullanarak misyonunu “eğitim” ve “kültür” üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Parlamenter rejimlerde meclislerin yasama faaliyetini tekelleri altına alması modern devletin görünmez totaliterliğini gizleyerek sürdürmesine imkan vermektedir. Ekonominin makro düzeyde düzenlenmesi, hukuk tekeli ve eğitim modern devletin güç kaynağını meydana getirirler. Türkiye’de başında “milli” sıfatı bulunan iki bakanlık vardır: Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı. Reformcu bir siyaset iktidar olursa ilk yapması gereken işlerden biri “eğitim”i devletin kontrolden çıkarıp sivilleştirmesi, diğeri “kültür bakanlığı”nı ilga edip irfanın sivil hayatta neşv-ü nema bulmasını zorlaştıran engelleri ortadan kaldırması olacaktır.