Sloganlara yüklenmiş bir İslam değil bizim yaşamak istediğimiz… Ağız dolusu koca laflarla çizilmiş, boğazdan aşağı yol bulamayan, sadece dillerde var olan bir İslam da değil bizim aradığımız… Ne masa başlarında kurulup yıkılan ne entel ütopyalarında anlaşılmaz kavramlarla içi doldurulmaya çalışılan ne de iç çekilerek geçmişe hapsedilen bir hayat sistemidir inandığımız İslam…
Sloganlara yüklenmiş bir İslam değil bizim yaşamak istediğimiz… Ağız dolusu koca laflarla çizilmiş, boğazdan aşağı yol bulamayan, sadece dillerde var olan bir İslam da değil bizim aradığımız… Ne masa başlarında kurulup yıkılan ne entel ütopyalarında anlaşılmaz kavramlarla içi doldurulmaya çalışılan ne de iç çekilerek geçmişe hapsedilen bir hayat sistemidir inandığımız İslam…
Bırak kitaplara gömülüp kalsın birileri de, okuduklarını taşıma düşüncesi ağır gelsin hayat sahnesine… Bırak işin teorisi üzerine konuşulmadık laf, söylenmedik söz bırakmasınlar gök kubbe altında da sonra lal kesilsinler pratiğe gelince… Biz selam verip geçelim onlara ve nefes nefes yaşayalım vahiy kültürünü hayatımızın tüm alanlarında… Hira mağarasında ‘Oku’ emriyle başlayan vahyin her bir emrini, her bir yasağını, her bir hükmünü, her bir haberini, her bir tavsiyesini birer düstur edinip peygamberi bir hayat inşa edelim, hayat nizamı için model arayan günümüz dünyasına… Kur`an’ın her derde deva, her hastalığa şifa, her soruna çözüm olduğunu ispat edelim, vahiyle nurlanmış mutlu ve huzur dolu hayatımızla… İnsanlığa çözüm diye sunulan her sistemin binlerce yeni sorunlar üreterek insanlığı adım adım uçuruma sürüklediğini, buna mukabil Kur`an eksenli bir hayatın insanlığa verdiği onur, fazilet, şeref ve yüksek ahlakı gösterelim pratik hayatımızla… Şeytanlar beyazı kara göstermek için tüm gayretlerini ortaya dökeceklerdir, buna çare yok ne yazık ki… Bırak eteğindeki tüm taşları döksün ve sahneye koysun bildiği tüm oyunlarını şeytan ve dostları… Biz yaşadığımız Kur`ani hayatımızla nur saçıyorsak evlerimizden dışarıya, kim gizleyebilir hakikatin üstünü ve kimin haddine düşer balçıkla sıvamak güneşi?
Bırak Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu vesselam’ı geçmişe hapsetsin de, rehberliğini ve örnekliğini günümüze taşımayı hayal dahi edemesin birileri… Birileri onun ilahi yönüne vurgu yapıp örnek almanın imkânsızlığından dem vururken, biz adım adım takip edelim o kutlu Nebi’yi ardı sıra… Onu, ana ve babamızdan, mal ve mülkümüzden, makam ve mevkiimizden, evladü iyalimizden ve tabii ki kendi nefsimizden daha çok sevmeli ve Onu hayatımızın her noktasında örnek edinerek ispatlamalıyız bu sevgimizi… Onun sancağı altında herkesin insan olma onur ve şerefine eriştiğini, her dil ve kavimden insanla yaşadığımız iman ve İslam kardeşliğiyle ispatlamalıyız tüm dünyaya… Kavimlerin, dil ve renk farklılıklarının birer üstünlük veya zemmetme aracı değil, insanların birbirleriyle tanışmaları için Allah (cc)’ın birer ayeti olarak aynı değerde olduğunu, üstünlüğün ancak takvada aranması gerektiğini göstermeliyiz, kavimperestlik hastalığına müptela olmuş asrımıza… Huzuru arayanlar, Peygamberin takipçileri olan bizlerde bulabilsinler aradıklarını… Günümüzde insanların görmeye alışık olmadığı sevgi ve dostluğu, kardeşlik ve samimiyeti, emniyet ve güveni, fedakârlık ve yardımlaşmayı canlı olarak görmek isteyenlerin adresi olmalıyız sünneti yaşadığımız için…
Aynı kıbleye durduğumuz birileri uzaktan izleyecek, köşelerden korku dolu bakışlarla gözetleyecek bizleri… Yaşadığımız zorluk ve sıkıntılarla dolu hayatımıza bakıp ürkecek ve kıblesini gizleyecek birileri… Sünnete tabi olmanın, unutulmuş bir sünneti yeniden hayatın tam ortasına taşımanın ateşten gömlek olduğunu, yaşadığımız zorluk ve sıkıntılarla bir kez daha görüp daha bir sinecek ve suya-sabuna dokunmadan sistem için bir İslam yaşama yolunu arayacak birileri… Daha da acısı, bizden uzak olduklarını ispatlama yarışına girecek kimisi belki de… Biz, yaşadığımız zorluk ve sıkıntılara bir kat daha zorluk ve sıkıntı eklense de, ödediğimiz bedellere bin kat pahasıyla yeni bedeller ödemek zorunda kalsak da, onun rehberliğinin vazgeçilmeyecek kadar güzel olduğunu gösterelim nurlu ve huzurlu yüzlerimizle…
Bırak birileri şehadetleri şiirlere, marşlara, yazılara döksün süslü, ama içi boş kelimeler, parıltılı mısralar ve anlaşılmaz cümlelerle… Şehitlik rüyası görsün de şehadete giden yolların hiçbirisine girmeye takat bulamasın birileri… Bırak onlar çok uzaklarda şehit olan Müslümanlar için ağıt yaksınlar da, bir türlü göremesinler hemen yanı başlarındaki şehit kardeşlerini… Onlar uzaktan severken rengini, tadını, kokusunu bilmedikleri şehadeti, biz, gönlümüzdeki şehadet sevdasını platonik bir aşk olarak değil, karşılıklı verilmiş b.ir söz üzerine yaşayalım hayatımızın her anında… İflah olmaz bir sevdayla tutulduğumuz ve cennette yapılacak düğünü erkene almak için sıkıştırıp durduğumuz nişanlımızdır şehadet bizim için… Çoluk-çocuğumuzu, anne ve babamızı, kardeş ve bacılarımızı kendisine rakip görmeyecek kadar kıskançtır, bencildir ve çağırdığı zaman koşa koşa kendisine gitmemizi isteyecek kadar sadakat ister bizim sevdamız… Biz, kardeşlerimizin alınlarında bir gül gibi parıldayan kurşun yaralarında gördük şehadetin güzelliğini… Göğe takılı duran bakışlardan nurlu simalara yayılan tebessümlerde tanıdık şehadeti… Kanayan yaralardan yayılan miskten güzel kokulardan anladık güzelliğini de öyle tutulduk sevdasına şehadetin delicesine… Bizim ki slogan değil, güzel ve süslü cümleler kurma kaygısı değil, hele âşık diye bilinme hevesi hiç değil âşıklar meclisinde… Neye sevdalandığını bilen, kurşunları sevdiğine kavuşma bileti görüp göğsünü açacak kadar divane ve iflah olmaz bir sevdadır bizimkisi…
Bırak birileri işkenceyi, ambargoyu, hicreti içleri yanarak okusunlar siyer kitaplarında… Onlar içleri yanacak, ama çekilen ıstırapların farkına varamadan kitaplarını kapatıp konforlu hayatlarına geri döndükleri sırada, biz kimi yerde hicreti, kimi yerde boykotu, kimi yerde işkenceyi yaşayalım bütün mazlumiyetimizle… Dinleri uğruna işkencelere uğrayan, boykotlar yaşayan, hicret yollarına düşen Müslümanların varlığına inandırmak zor olacak elbette bu zamanda birilerini… Kur`an’ı ve Sünneti kendilerine hayat düsturu edinmiş olanların şu dakikalarda bile siyeri birebir yaşadıklarını anlayamaz, akıl erdiremez ve inanamaz birileri… Biz, aldığımız derin hazzın tadını çıkaralım, kendi hayatımızla sahabe hayatlarının bire bir örtüşmesinden dolayı… Örneğin boykotu tüm yakıcılığıyla yaşadığımız ve çoluk çocuğumuzla açlıktan kıvrandığımız anda, boykot günlerinde ayağına takılan deri parçasını kaynatıp içen sahabeyi hatırlayıp bu tarihi benzerliği hak yolda olduğumuzun delili sayıp şükredelim Rabbimize… Çağdaş Ramdalarda en vahşi işkenceler altında bedenlerimiz acı çekerken, aynı anda Bilal’in, Ammar’ın, Habbab’ın Allah (cc) uğrunda çektiklerinin benzerini yaşadığımızı düşünerek en büyük itminanı ve huzuru yaşayalım mesela ruhumuzda… Sırf ‘Rabbim Allah’tır’ dediğimiz için yaşam hakkı bırakılmayan topraklarımızdan mazlum ve biçare bir şekilde bilinmeyen gurbet diyarlarına yol alırken, Peygamberimiz ve sahabelerinin hicretteki ayak izlerini arayalım mesela hicret yolculuğumuzda…
Bırak zindanı sadece Hz. Yusuf’a has görsünler birileri… Allah (cc)’ın tek bir emrine karşı gelmektense “Rabbim! Zindan, benim için bunların beni çağırdıkları şeyden daha iyidir.” Diyerek zindanı tercih etme onur ve erdemini, ardından da zindanı medreseye çevirmeyi Hz. Yusuf kıssasına münhasır kılsın onlar… Biz, peygamberlerin tevhid mücadelesini tarihe hapsetmeden, birebir yaşayarak göstermeye devam edelim hayatımızla…
Biz, “Nice yıllar” zindanda kalan bir Yusuf’a karşılık, “Nice ve nice ve nice yıllar” zindanlarda kalan binlerce Yusuf’umuzla, göstermeye devam edelim Hz. Yusuf’a gerçek varis olduğumuzu… Medrese-i Yusufiyeyi Peygamber kıssasına hapseden değiliz biz… Binlerce icazetli mezunla insanların irşat görevine çıkan ve halen hayatlarının en güzel yıllarını Allah (cc) yolunda zindanlarda harcayıp saç-sakal ağarttıkları halde sabırla Allah (cc)’ın rahmetini bekleyen Yusuflarımızla, bin yıllar sonra bizzat yaşayarak yeniden canlandıranlarız Yusufiye Medresesini…
Biz, imanı amelle, teoriyi pratikle, kuramı eylemle, sözü uygulamayla birleştiren ve sahabe neslini yeniden inşa etme iddia ve gayreti içinde olanlarız. Bu, iddia ve gayretimizi, örnek aldığımız birer sahabeyi kendi şahsımızda yaşatarak sahabe neslinin nasıl bir nesil olduğunu göstermeliyiz uygulama sahasında… Evet, bizler inşaallah her yönüyle İslam’ı yaşayan, İslam’ı hayatının vazgeçilmezi kılan, İslam’ın tek bir hakikati için hiç çekinmeden canını veren İslam fedaileriyiz…
Sahabenin de iman, ahlak, anlayış ve yaşayışı bu değil miydi zaten? Aynı şeyi günümüzde yaşıyorsak, bunu yaşayanların oluşturduğu bir yapı içinde birleşiyorsak ve bu yapı içinde Allah (cc)’ın istediği bir kardeşliği diriltiyorsak, Asr-ı Saadetin mührünü vuruyoruz demektir yaşadığımız bu çağa… O halde hiçbir eksik bırakmadan daha canlı hale getirmek, bizden başkalarını ve bizden sonra gelecekleri de bu mührün rengiyle boyamak bir borçtur kadın ve erkek her birimizin üzerine…
Naşit Tutar / İnzar Dergisi - Haziran 2012
Bırak kitaplara gömülüp kalsın birileri de, okuduklarını taşıma düşüncesi ağır gelsin hayat sahnesine… Bırak işin teorisi üzerine konuşulmadık laf, söylenmedik söz bırakmasınlar gök kubbe altında da sonra lal kesilsinler pratiğe gelince… Biz selam verip geçelim onlara ve nefes nefes yaşayalım vahiy kültürünü hayatımızın tüm alanlarında… Hira mağarasında ‘Oku’ emriyle başlayan vahyin her bir emrini, her bir yasağını, her bir hükmünü, her bir haberini, her bir tavsiyesini birer düstur edinip peygamberi bir hayat inşa edelim, hayat nizamı için model arayan günümüz dünyasına… Kur`an’ın her derde deva, her hastalığa şifa, her soruna çözüm olduğunu ispat edelim, vahiyle nurlanmış mutlu ve huzur dolu hayatımızla… İnsanlığa çözüm diye sunulan her sistemin binlerce yeni sorunlar üreterek insanlığı adım adım uçuruma sürüklediğini, buna mukabil Kur`an eksenli bir hayatın insanlığa verdiği onur, fazilet, şeref ve yüksek ahlakı gösterelim pratik hayatımızla… Şeytanlar beyazı kara göstermek için tüm gayretlerini ortaya dökeceklerdir, buna çare yok ne yazık ki… Bırak eteğindeki tüm taşları döksün ve sahneye koysun bildiği tüm oyunlarını şeytan ve dostları… Biz yaşadığımız Kur`ani hayatımızla nur saçıyorsak evlerimizden dışarıya, kim gizleyebilir hakikatin üstünü ve kimin haddine düşer balçıkla sıvamak güneşi?
Bırak Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu vesselam’ı geçmişe hapsetsin de, rehberliğini ve örnekliğini günümüze taşımayı hayal dahi edemesin birileri… Birileri onun ilahi yönüne vurgu yapıp örnek almanın imkânsızlığından dem vururken, biz adım adım takip edelim o kutlu Nebi’yi ardı sıra… Onu, ana ve babamızdan, mal ve mülkümüzden, makam ve mevkiimizden, evladü iyalimizden ve tabii ki kendi nefsimizden daha çok sevmeli ve Onu hayatımızın her noktasında örnek edinerek ispatlamalıyız bu sevgimizi… Onun sancağı altında herkesin insan olma onur ve şerefine eriştiğini, her dil ve kavimden insanla yaşadığımız iman ve İslam kardeşliğiyle ispatlamalıyız tüm dünyaya… Kavimlerin, dil ve renk farklılıklarının birer üstünlük veya zemmetme aracı değil, insanların birbirleriyle tanışmaları için Allah (cc)’ın birer ayeti olarak aynı değerde olduğunu, üstünlüğün ancak takvada aranması gerektiğini göstermeliyiz, kavimperestlik hastalığına müptela olmuş asrımıza… Huzuru arayanlar, Peygamberin takipçileri olan bizlerde bulabilsinler aradıklarını… Günümüzde insanların görmeye alışık olmadığı sevgi ve dostluğu, kardeşlik ve samimiyeti, emniyet ve güveni, fedakârlık ve yardımlaşmayı canlı olarak görmek isteyenlerin adresi olmalıyız sünneti yaşadığımız için…
Aynı kıbleye durduğumuz birileri uzaktan izleyecek, köşelerden korku dolu bakışlarla gözetleyecek bizleri… Yaşadığımız zorluk ve sıkıntılarla dolu hayatımıza bakıp ürkecek ve kıblesini gizleyecek birileri… Sünnete tabi olmanın, unutulmuş bir sünneti yeniden hayatın tam ortasına taşımanın ateşten gömlek olduğunu, yaşadığımız zorluk ve sıkıntılarla bir kez daha görüp daha bir sinecek ve suya-sabuna dokunmadan sistem için bir İslam yaşama yolunu arayacak birileri… Daha da acısı, bizden uzak olduklarını ispatlama yarışına girecek kimisi belki de… Biz, yaşadığımız zorluk ve sıkıntılara bir kat daha zorluk ve sıkıntı eklense de, ödediğimiz bedellere bin kat pahasıyla yeni bedeller ödemek zorunda kalsak da, onun rehberliğinin vazgeçilmeyecek kadar güzel olduğunu gösterelim nurlu ve huzurlu yüzlerimizle…
Bırak birileri şehadetleri şiirlere, marşlara, yazılara döksün süslü, ama içi boş kelimeler, parıltılı mısralar ve anlaşılmaz cümlelerle… Şehitlik rüyası görsün de şehadete giden yolların hiçbirisine girmeye takat bulamasın birileri… Bırak onlar çok uzaklarda şehit olan Müslümanlar için ağıt yaksınlar da, bir türlü göremesinler hemen yanı başlarındaki şehit kardeşlerini… Onlar uzaktan severken rengini, tadını, kokusunu bilmedikleri şehadeti, biz, gönlümüzdeki şehadet sevdasını platonik bir aşk olarak değil, karşılıklı verilmiş b.ir söz üzerine yaşayalım hayatımızın her anında… İflah olmaz bir sevdayla tutulduğumuz ve cennette yapılacak düğünü erkene almak için sıkıştırıp durduğumuz nişanlımızdır şehadet bizim için… Çoluk-çocuğumuzu, anne ve babamızı, kardeş ve bacılarımızı kendisine rakip görmeyecek kadar kıskançtır, bencildir ve çağırdığı zaman koşa koşa kendisine gitmemizi isteyecek kadar sadakat ister bizim sevdamız… Biz, kardeşlerimizin alınlarında bir gül gibi parıldayan kurşun yaralarında gördük şehadetin güzelliğini… Göğe takılı duran bakışlardan nurlu simalara yayılan tebessümlerde tanıdık şehadeti… Kanayan yaralardan yayılan miskten güzel kokulardan anladık güzelliğini de öyle tutulduk sevdasına şehadetin delicesine… Bizim ki slogan değil, güzel ve süslü cümleler kurma kaygısı değil, hele âşık diye bilinme hevesi hiç değil âşıklar meclisinde… Neye sevdalandığını bilen, kurşunları sevdiğine kavuşma bileti görüp göğsünü açacak kadar divane ve iflah olmaz bir sevdadır bizimkisi…
Bırak birileri işkenceyi, ambargoyu, hicreti içleri yanarak okusunlar siyer kitaplarında… Onlar içleri yanacak, ama çekilen ıstırapların farkına varamadan kitaplarını kapatıp konforlu hayatlarına geri döndükleri sırada, biz kimi yerde hicreti, kimi yerde boykotu, kimi yerde işkenceyi yaşayalım bütün mazlumiyetimizle… Dinleri uğruna işkencelere uğrayan, boykotlar yaşayan, hicret yollarına düşen Müslümanların varlığına inandırmak zor olacak elbette bu zamanda birilerini… Kur`an’ı ve Sünneti kendilerine hayat düsturu edinmiş olanların şu dakikalarda bile siyeri birebir yaşadıklarını anlayamaz, akıl erdiremez ve inanamaz birileri… Biz, aldığımız derin hazzın tadını çıkaralım, kendi hayatımızla sahabe hayatlarının bire bir örtüşmesinden dolayı… Örneğin boykotu tüm yakıcılığıyla yaşadığımız ve çoluk çocuğumuzla açlıktan kıvrandığımız anda, boykot günlerinde ayağına takılan deri parçasını kaynatıp içen sahabeyi hatırlayıp bu tarihi benzerliği hak yolda olduğumuzun delili sayıp şükredelim Rabbimize… Çağdaş Ramdalarda en vahşi işkenceler altında bedenlerimiz acı çekerken, aynı anda Bilal’in, Ammar’ın, Habbab’ın Allah (cc) uğrunda çektiklerinin benzerini yaşadığımızı düşünerek en büyük itminanı ve huzuru yaşayalım mesela ruhumuzda… Sırf ‘Rabbim Allah’tır’ dediğimiz için yaşam hakkı bırakılmayan topraklarımızdan mazlum ve biçare bir şekilde bilinmeyen gurbet diyarlarına yol alırken, Peygamberimiz ve sahabelerinin hicretteki ayak izlerini arayalım mesela hicret yolculuğumuzda…
Bırak zindanı sadece Hz. Yusuf’a has görsünler birileri… Allah (cc)’ın tek bir emrine karşı gelmektense “Rabbim! Zindan, benim için bunların beni çağırdıkları şeyden daha iyidir.” Diyerek zindanı tercih etme onur ve erdemini, ardından da zindanı medreseye çevirmeyi Hz. Yusuf kıssasına münhasır kılsın onlar… Biz, peygamberlerin tevhid mücadelesini tarihe hapsetmeden, birebir yaşayarak göstermeye devam edelim hayatımızla…
Biz, “Nice yıllar” zindanda kalan bir Yusuf’a karşılık, “Nice ve nice ve nice yıllar” zindanlarda kalan binlerce Yusuf’umuzla, göstermeye devam edelim Hz. Yusuf’a gerçek varis olduğumuzu… Medrese-i Yusufiyeyi Peygamber kıssasına hapseden değiliz biz… Binlerce icazetli mezunla insanların irşat görevine çıkan ve halen hayatlarının en güzel yıllarını Allah (cc) yolunda zindanlarda harcayıp saç-sakal ağarttıkları halde sabırla Allah (cc)’ın rahmetini bekleyen Yusuflarımızla, bin yıllar sonra bizzat yaşayarak yeniden canlandıranlarız Yusufiye Medresesini…
Biz, imanı amelle, teoriyi pratikle, kuramı eylemle, sözü uygulamayla birleştiren ve sahabe neslini yeniden inşa etme iddia ve gayreti içinde olanlarız. Bu, iddia ve gayretimizi, örnek aldığımız birer sahabeyi kendi şahsımızda yaşatarak sahabe neslinin nasıl bir nesil olduğunu göstermeliyiz uygulama sahasında… Evet, bizler inşaallah her yönüyle İslam’ı yaşayan, İslam’ı hayatının vazgeçilmezi kılan, İslam’ın tek bir hakikati için hiç çekinmeden canını veren İslam fedaileriyiz…
Sahabenin de iman, ahlak, anlayış ve yaşayışı bu değil miydi zaten? Aynı şeyi günümüzde yaşıyorsak, bunu yaşayanların oluşturduğu bir yapı içinde birleşiyorsak ve bu yapı içinde Allah (cc)’ın istediği bir kardeşliği diriltiyorsak, Asr-ı Saadetin mührünü vuruyoruz demektir yaşadığımız bu çağa… O halde hiçbir eksik bırakmadan daha canlı hale getirmek, bizden başkalarını ve bizden sonra gelecekleri de bu mührün rengiyle boyamak bir borçtur kadın ve erkek her birimizin üzerine…
Naşit Tutar / İnzar Dergisi - Haziran 2012