Hayat, kişinin görme ve algılama sınırlarına hapsedilmiş bir anlayıştan ibarettir. Yeni şeyler görüldükçe, tecrübeler ve yaşanmışlıklar arttıkça hayat anlayışı da genişler. Yeni öğrenmeler gerçekleşir. Bu yüzden; “Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı?” demişlerdir. Aslında çok okuyan çoğu şeyi ezberler, öğrenir ve beynine yerleştirir. Ama kesinlikle bu öğrenme bütünüyle anlama ve kavramayı ifade etmez. Çünkü okuduğumuz ve ezberlediğimiz çoğu teoriyi, kavramı, önermeyi, formülü ve işlemi ancak yaşanmışlıklara dönüştürdüğümüz zaman beynimizde bir ampulün parladığını fark ederiz.
Kimi hamamda, tasın su üzerindeki yüzüşüne bakar ve sonra birden ampul yanar; “Suyun kaldırma kuvvetinin sebebini buldum!” der; kimi de bir ağacın altında uzanırken bir elmanın kafasına çarpması ile kafa ampulleri parıldar ve; “Yer çekimi kanununu buldum!” diyerek sevincini çağlarla paylaşır... Aslında soru; “Çok okuyan mı daha iyi öğrenir ve anlar yoksa çok yaşayan mı?” şeklinde olmalı.
Dünya eğitim felsefesinin de bu anlayışı merkeze alan bir noktaya evirildiğini görüyoruz. Örneğin; Yapılandırmacı Eğitim Modeli şuan dünya eğitim sisteminin vazgeçilmezi diyebiliriz. Bu anlayışa göre de; öğretmen sadece yön veren, öğrenci ise yaparak, yaşayarak öğrenen konumundadır…
Demek ki; yaparak, yaşayarak ve tecrübe ederek taşlar daha iyi yerine oturuyor.
Ve biz evlatlar, ebeveynler, idareciler, politikacılar, yetkililer ve toplumun tüm katmanlarında bulunan herkes, yaşanılan şeylerle yeni şeyler fehmettik ve bazı yeni şeyleri de fehmetmenin eşiğindeyiz. Herkesin aklında çok farklı alanlarda ampuller yansa da bizim asıl ampulümüzün parladığı noktaya gelelim.
Yaşadığımız coğrafya ve kültür itibari ile birçoğumuz çobanlık yapmışızdır. Güttüğümüz sürünün çobanlığı nöbet esasına dayalıydı. Yani bir gün biri, diğer gün başka biri şeklindeydi. Yalnız sürüyü aldığımda hayvanların çok huysuz ve hırçın olduğunu fark ediyordum. Gel zaman git zaman bunun sebebinin sürekli değişen çobanlıkta olduğunu fark ettim. Her çobanla beraber, sürünün karşılaştığı plan program ve muamele de değişiyor, bu da hayvanlarda dengesizlikler meydana getiriyordu. İleriki yıllarda bu olayı eğitimde de fark etmeye başladım. Kırsal bölgelerde sürekli öğretmenlerin değişmesi ile öğrenci davranışlarında ve öğrenmelerinde de sorunlar oluşturuyordu. Özümseme, duygusal kaynaşıklık, öğretme ve öğrenme yöntemlerine alışma gibi önemli kazanımlar her değişimle beraber alt üst oluyor ve bu da öğrenci psikolojilerini menfi yönde etkiliyor ve davranışlara sirayet ediyordu.
Gerçi bu, hayatın her alanındaki yaşanmışlıklar için de geçerli değil midir? En alt katmandan tutun da en üst katmana kadar her alanda uygulanan kuralların, kanunların ve yasaların sürekli değişmesi topluma olumsuz bir şekilde yansımış ve toplumun ahenkli işleyişinde dalgalandırmalar meydana getirmiştir. Örneğin; eğitim ve diğer politikalarda kültürden hakiki manada beslenen istikrarlı bir programın olmayışı ve olanların da sürekli değişime uğraması ve neredeyse her gün farklı bir işleyiş şekli ile karşılaşılması maalesef ki maalesef olumsuz sonuçlar vermiş ve vermeye de devam etmektedir.
Arife tarif gerekmez! Özcümle; bu kadar yaşanmışlıkların bizi müspet bir sonuca götürme zamanı gelmedi mi? Mutlu bir toplum hayali çok uzağımızda değil. Sadece temelden daha sağlam ve daha istikrarlı adımları arttırmamız lazım.
Selam ve dua ile.