Bu ülkede başörtü yasaklarının olduğu dönemlerde mücadele eden Müslüman kadınlar gün geldi iktidara geldiler. O dönemden bu döneme çok şey değişti. Kendilerinin de bu değişimin çarkında bizzat aktif bir rol aldıklarını söylemek mümkün.
60’lı yıllarda başlayan başörtü yasakları, 90’lı yıllarda çok daha sıkı hale geldi. O dönemlerde kamusal alana girmek isteyen, eğitim hakkından yoksun bırakılan gençler dev mitingler yapıyor, imza kampanyaları düzenliyordu. Başörtülerinden dolayı haksızlığa uğrasalar da içten içe haklı bir davaya sahip olmanın huzurunu yaşıyorlardı. Kendilerini ötekileştirenlere karşı yaranmaya ve benzemeye çalışma gibi bir dertleri yoktu. Çünkü başörtüsü bir kimlikti. Ontolojik bir duruşu temsil ediyordu. Takanın kendisini Allah’ın kulu olarak tanımlamasının bir göstergesiydi. O dönemlerde kendi üst kimliğini dindar olarak tanımlayan kadınlar başını örtüyordu.
Ülkede Feminizm dalgasının biraz daha etkisini gösterdiği 90’lı yıllarda başörtüsü madurları da haklarını alabilmek için feministlerle yan yana görünmeye başladılar. Aslında başörtü düşmanı olan feministler bu durumdan hiç rahatsız olmadı. Hesaplarını iyi yapmışlardı, Müslüman kadının mağduriyetini kullanarak kendi ideolojilerini tabana daha rahat yayma imkanı elde etmiş olacaklardı. Hem başörtüsünü kadının sınırlandırılması ve ataerkil bir anlayışın ürünü olarak gören, Allah’a, fıtrata düşman bir hareket niye kendilerini dindar olarak tanımlayanlarla aynı safta yer alsın ki? Müslüman kadın kendisini Allah’a karşı kulluk vasfıyla konumlandırırken, feminist kadın kendisini erkeğe karşı konumlandırıyor. Haklı bir hareketin batıl bir harekete eklemlenmesi hak sahiplerinin gücünü zayıflattı, Müslüman kimliğini flulaştırdı.
Üstelik başörtüsünü yasaklayanlar, takanları sırf kadın oldukları için yasaklamadı. Yani yasaklar kadına yönelik bir ayrımcılıktan kaynaklanmıyordu. O dönemlerde Laikçilerde başörtülülerin kamusal alanın seküler havasını değiştireceği endişesi vardı. Çünkü onlar tokalaşmıyor, haremlik selamlık uyguluyor, erkeklerle aralarında sosyal mesafeyi koruyorlardı. Yasak olduğu dönemlerde laik kesim tarafından senelerce medyada başörtülüler konuşuldu. Örtü takma şekilleri eleştirildi. Uzaydan gelmiş bir mahluk hakkında inceleme başlatırcasına rejimin yazarları, çizerleri, siyasileri bu konuyu defalarca masaya yatırdı. Kimisi İran’ın, Suudi Arabistan’ın başörtülülere maaş verdiğini dahi iddia edecek kadar kirli bir algı yürüttü.
Belki böyle bir baskının altında olan başörtülüler feminist kavramlarla bir şeyler elde edebileceklerini düşündüler fakat en büyük yanlış burada başladı. Feminizm bütün kötülüklerin kaynağı olarak dini ve gelenekleri görürken; bizim 28 Şubat mağduru bacılarımız İslam’ın kadınları ezmediğini ispat etme adına yeni iddialar ortaya atmaya başladı. Üstelik bu iddiaları en çok dillendirenler de Müslüman erkekler oldu. İslam’a göre bir kadın evinin işini, yemeğini yapmak zorunda değilmiş, eğer isterse kocası hizmetçi tutmak zorundaymış. Kendi çocuğunu emzirmek zorunda değilmiş, kocası doğan çocuğu için sütanne tutmak zorundaymış. Bu hikâyeleri o dönemlerde hep duyduk. Peki, Müslüman kadınları ev içi vazifelerinden soyutlamanın hayatta bir karşılığı var mıydı? Bunları iddia edenler acaba bir eliyle beşik sallayan, diğer eliyle buğday ya da arpa öğüten Hz. Fatıma’nın hayatını hiç okumamışlar mıydı? İşte kamusal alan mücadelesi veren Müslüman kadınların zihin dünyasına bulaşan virüsler bir süre sonra bünyeye hakim oldu.
Gün geldi başörtü yasakları bitti. Müslüman kadınlar artık kamusal alana girdiler, fakat mağduriyet edebiyatı yapmaktan toplumsal hiçbir proje üretemediler. Kendilerini devamlı tanımlamaya, denetlemeye, sınırlandırmaya çalışan Laik kesime yaranma psikolojisine girdiler. Bizim de sizden farkımız yok mesajı vermek için modanın, markanın peşine düştürler. Neticede tesettürün çizgilerinden de uzaklaştılar. Artık onlar da giyimleriyle, kuşamlarıyla, markalarıyla, gittikleri kafelerle paparizzilere konu olmaya başladılar.
Özellikle en hızlı değişim iktidarda kendine yer bulanlarda oldu. Ne aile, ne kadın, ne gençlik, ne çocuk konusunda din referanslı hiçbir proje üretmediler. Laiklerin projelerini sahiplendiler. Feminist kavramlarla baktıkları için İslam’ın kadını konumlandırması, erkeğin reisliği, erkeğin evin nafakasından sorumlu olması, çok eşlilik, kadına miras gibi meseleler canlarını sıkıyor. Kur’an’ın bu konularla alakalı ayetleri, erkek alimler tarafından tefsir edildiği için kadın aleyhine yorumlandığına inanıyorlar. Kimisi de Kuran’ın indiği dönemlerde Arabistan’ın ataerkil anlayışına uygun olarak yorumlandığını iddia ediyor. Üstelik mealci bir tutumla ayetlere feminen bir anlam yüklemeye çalışılıyorlar. Kadem başta olmak üzere kendilerini muhafazakar olarak tanımlayan birçok kadın derneği ne tefsirlere, ne alimlerin sözlerine, ne de hadislere itibar ediyor. Onların geçmişin mazlumları olduğunu bilmek daha da acı geliyor. Nerden nereye…
Aileyi yıkan, toplumsal ifsadın kaynağı olan İstanbul Sözleşmesini en çok onlar sahipleniyorlar. Sözleşmeye karşı olanları cehaletle, toptancılıkla suçluyorlar. Geçenlerde TKDF başkanı Canan Güllü de İstanbul Sözleşmesi konusunda bizim muhafazakâr kadınlarımızla aynı anlayışta olduklarını dile getirdi. Allah yardımcımız olsun. Bizleri yolundan ayırmasın, istikamet üzere eylesin. Ellerimizle hayırları getirsin, şerleri def eylesin. Bizlere şu ifsadı durduracak bir güç versin.