Hizbullah’ın Kusayr kuşatmasına doğrudan müdahalesi “Sünnilere karşı Şii dayanışması” şeklinde formüle edilirken Irak’ta deyim yerindeyse sessiz sedasız patlayan bombalardaki artış, nedense sıradan haberlerden öteye geçmiyor.
Irak’ta patlayıp bir yönüyle kitlesel ölümleri beraberinde getirirken öbür taraftan soğumaya terk edilen mezhep savaşını yeniden alevlendirmeyi hedefleyen bombalı saldırıların son aylarda vardığı boyut, aslında Suriye’deki kanlı tabloları hiç de aratmıyor.
Bunun yanında bir taraftan meseleye mezhepsel çatışma uyarısını elden bırakmadan ama mezhepsel mecralar üzerinden Suriye’deki olaylara yaklaşmaktan da geri durmayan, öbür taraftan mezhep çatışmasını ciddi olarak tetikleyecek potansiyele sahip Irak saldırılarını sadece Maliki yönetiminin “diktatörlüğüyle” açıklamak gibi sığ bir yaklaşım sergileyenlerin medya ve siyaset cenahında hâkim olması, Suriye’deki hesaplaşmanın bir yönüyle Irak’a taşındığı kuşkularını beraberinde getirmektedir.
Irak’ta işgal eyleminin hemen akabinde zor duruma düşen işgalci gücün himayesi ve malum bazı Arap ülkelerinin doğrudan desteğiyle başlayan mezhep çatışmaları, Iraklılara belki de işgalciler kadar zor günler yaşatmıştı.
Son yıllarda otoritenin nisbi olarak sağlanmasından sonra azalarak bitme noktasına gelen bu tür saldırıların özellikle son aylarda yeniden tırmanışa geçmesi, bilinçli bir şekilde “Maliki’nin diktatörlüğüne” bağlansa da aslında Suriye’de hâkim olan fitne sürecinin bilinçli olarak yeniden Irak’a taşınmaya gayret edildiğini göstermektedir.
Irak’ta işgal döneminin eseri olarak verilen siyasi paylaşım mücadelesinde belli bir anlaşmazlığın hâlâ hüküm sürdüğü doğrudur. Ancak Irak üzerinde değişik emelleri bulunan bölge ülkelerinin siyasi ihtilaflar yaşayan Irak’a yardım elini uzatmak yerine farklı gruplara destek sağlayarak ihtilafları derinleştirme çabaları, kendi etkinlik alanlarını Bağdat’a benimsetme yarışına dönüşürken yaşanan bu rekabet birçok kez görüldüğü gibi silahlı/bombalı grupları baskı unsuru olarak kullanmaya kadar vardırıldığı müşahede edilmektedir.
“Maliki’nin diktatörlüğü” meselesi belki değerlendirilip tartışılabilir. Ancak yaşanan olayların içeriğinin hiç de anlatıldığı gibi bir “diktatöre” karşı haklı mücadeleye tekabül etmediği rahatlıkla anlaşılabilir bir mahiyet arz etmektedir.
Geçtiğimiz Nisan ayında Irak’ta patlayan bombalarla 700 kişi öldürülürken geride bıraktığımız Mayıs ayında ölü sayısı 400’ü geçti. Saldırıların karakteristik özelliğinin, mezhep çatışmasının yaşandığı yıllarla aynı olması dikkat çekicidir. Hedeflerin neredeyse tümü sivillerdir ve genellikle Şiilerin/Sünnilerin yaşadığı meskûn mahallerdir.
Çarşı, pazar, cami, dini merasimler, otobüs durakları gibi kalabalıkların biriktiği mekânlar saldırıların ana hedefleri arasındadır. Eski saldırılardan kalan tek fark, eylemlerde kullanılan araçların sayısındaki artıştır. Eskiden bir iki araçla yapılan saldırılar yerine, son dönemde onlarca araç farklı mahalle veya şehirlerde eşzamanlı patlatılarak kitlesel ölümler gerçekleştirilmektedir.
Şayet mesele Maliki’nin diktatörlüğüyse sivil halkın yaşadığı mekânları bombalamak hangi akılla izah edilebilir? Maliki ülkenin başbakanıdır ve emrinde hareket edip baskı aracının birinci derecedeki uygulayıcıları olan güvenlik ve belki de bir ölçüde bürokrasi kurumları bulunmaktadır. Dünyada yaşanan tüm teamüller, yönetimin diktatöryal politikalarına karşı verilen silahlı reaksiyonların ana hedefinin güvenlik ve bürokratik kurumlar olduğunu gösterirken, sivil hedeflere yönelen vahşi terör saldırılarını bu anlamda Maliki’nin diktatörlüğüyle izaha kalkışmak, ancak saldırı ve katliamlardan medet ummak anlamına gelmektedir.
Burada elbette baskı politikaları kapsamında sahaya sürülen, gerektiğinde önleri açılan adı sanı farklı tetikçi gruplara dikkat çekmek yerine, sivil katliamların asıl organizatörlerine işaret etmek, farklı denklemler ve bölgesel planlamalar adına terörü bir siyasi enstrüman olarak kullanmak peşinde koşanlara dikkat çekmek gerekmektedir.
Bahse konu olayların cereyan ettiği saha her ne kadar Irak olsa da bu saldırı furyasını Suriye meselesinden ayrı düşünmenin imkânı bulunmamaktadır. Bugün Hizbullah’ın Suriye’ye doğrudan müdahalesini topyekün bir Şia karşıtlığına dönüştürmekten zevk alanların “Şii-Sünni gerilimini” adeta müjdeleme yarışına girişmeleri, esasında Irak’taki olayları seyretmekle yetinmeyip sadece Maliki faktörüne tutunmalarının sırrını da ele vermektedir.
Bugün israil’in Suriye’ye askeri müdahalesini siyonist emellerden arındırarak “kerametlere” bindirenlerin Hizbullah’ın müdahalesini çokça özledikleri “Şii-Sünni çatışmasıyla” izah etmeye kalkışmaları, aslında kurgulanan Şii-Sünni çatışmasına verdikleri destek ve öneme dair önemli ipuçları barındırmaktadır.
Hizbullah, Suriye’ye doğrudan müdahale ederek yeni bir tartışmanın kapısını araladığı gibi farklı eleştiri oklarının da hedefine oturmuştur. Elbette tartışmalı sahaya fiili olarak çıkan Hizbullah’ı eleştirenler çıkacaktır. Bu da son derece normaldir. Ancak siyasi öngörü ve güvenlik mülahazalarıyla atılan adımları mezhepsel çatışma zeminine çekerek ele almak, Sünnilere de Şiilere de yapılabilecek en büyük kötülük olacaktır. Unutmamak gerekir ki Amerika’nın, israil’in, Türkiye’nin, İran’ın, Rusya ve Çin’in Suriye ilgisi ne kadar mezhepsel ise Hizbullah’ın da o kadardır. Burada önemli olan, tartışma ve eleştirileri meşru zeminler üzerinden yürütmektir.
Ama özenli çabalarla yürütülen mezhepsel gerilimin tavan yaptığı sahanın Irak sahası olduğu gerçeği tartışmasızdır. Ve ne yazık ki Suriye üzerinden özellikle körüklenmek istenen mezhepsel çatışmalar için siyasi gerekçeler saptırılıp her türlü argüman tedavüle sokulurken Irak’ta yürütülen mezhepsel saldırılar, bu kez başka türlü saptırılarak Maliki’ye atfedilen diktatörlük suçlamalarıyla siyasi bir meşruiyet kazandırma çabalarına endekslenmiş bulunmaktadır.
Sözün özü şu ki Suriye’de kör döğüşe dönüşen çatışmalar uzadıkça fitne hinterlandının da çapı genişleyerek yayılacaktır. Suriye meselesine çözüm konusunda bölge ülkeleri ve hatırı sayılır hareketler birlikte iş tutup özgün bir çözüm modeli dayatmak yerine Washington, Moskova ya da Cenevre kapılarında çözüm dilenciliğine çıkıp ayak oyunlarından medet umulmaya devam edildikçe Şii’siyle Sünni’siyle İslam âlemi bir bütün olarak kan kaybetmeye devam edecektir.
İster Şiilerden isterse Sünnilerden kaynaklansın yatırım yapılan mezhepsel gerilim ve çatışma politikaları, farklı hayaller kurup fitne politikalarından çıkar bekleyen hiçbir bölge ülkesinin hanesine kâr olarak geçmeyeceği gibi, tek kazançlı çıkacak tarafın ABD/siyonizm cephesi olacağı kesindir.