İnsani, İslami, örfi, ahlaki, tarihi, makul, anlaşılır hiçbir karşılığı olmayan katliamlar…
İnsanı bu kadar vahşileştiren düşüncenin irdelenmesi gerekir. Myanmar'da, Suriye'de, Irak'ta insanı canlı canlı yakan bir ruh hali ve bir inanmışlık üreten insanlık utansın.
Bu vahşetin yerel ve uluslararası düzeydeki hedeflerini yazmayacağım, düşünmeyeceğim de… Bu başka bir hikâye ve bu güne kadar hep bu hikâyeye takılıp durduk.
Ancak, bizim çocuklarımızı sözüm ona bütün dünyanın karşı duruşuna rağmen bu hale getiren süreçler, değerler nelerdir beni artık bu ilgilendiriyor. Biz dünyanın bu değirmene su taşıdığını biliyoruz ancak “insan”ın bu olmadığını düşünüyoruz.
Kim nasıl bizim yüreklerimizde yetişen çocuklarımızı sıcak yuvalardan alıp vahşi birere canavara dönüştürebiliyor buna kafa yormak lazım. Evet, kabul edelim ki bu vahşeti batı besliyor. Ama bizim çocuklarımıza yaptırıyor. Ellerimle büyüttüğüm çocuğumun “kötüler” tarafından elimden alınıp göğsüme saldırtılmasında benim hiç mi kabahatim yok? Elbette ki evlatlarımıza sahip çıkmadığımızdan en büyük günah bizimdir bu meselede.
İki hüküm ayeti ve iki görüntü ile birer canavara dönüşen sözüm ona fedailer yetişiyorsa bizim bahçemizde, o zaman da dönüp bu bahçeyi, nasıl ekip biçtiğimizi, nasıl beslediğimize iyiden iyiye kafa yormamız lazım.
En büyük problemimiz çocuklarımızın kolay kanıyor olması ve hemen birilerinin gönüllü “ölüm erleri” olmalarıdır.
Evet, toplumda inanç noktasında yüz yıllık bir eziklik, bir horlanmışlık, bir dışlanmışlık var. Bu gerçek, toplumun duygu ve tarih hafızasında muhkem bir şekilde yer edinmiştir.
Bu duygusal kırılmışlık toplumu çok kırılgan kılmıştır maalesef.
Müslüman halkta oluşturulan bu boşluk genellikle İslam toplumlarıyla bağdaşmayan yaşam biçimi ve sol/seküler batıcı fikirlerle doldurulmaya çalışılmıştır. Ancak tarihinden, geçmişinden ve genlerine işlemişliğinden müteşekkil sosyal gerçekliğimiz, bu dayatılan batıcı tarza önemli oranda teveccüh göstermemiştir.
Hiçbir altyapısı olmayan, İslam ile yoğrulmuş bir yaşamışlığı olmayan nesiller yetiştirdik yüz yıldır. Siz dünyanın en romantik aşk mektubundan seçeceğiniz cümleler ile adamı idam sehpasına götürebilirsiniz. Oysa karar için hem aşığı, hem maşuğu, hem de ikisinin hikâyesini, yaşanmışlıklarını iyi bilmek lazım.
İşte bu noktada devlete, özelliklede eğitim sistemine ciddi işler düşmektedir. Geçmişi, inancı, duyguları, aidiyetleri silinen nesiller yetiştirme projesi denendi ama tutmadı. Tam tersine yanlış ve kötü niyetli kaynaklardan beslenme yolarına mecburen zorlandı. Eline bir asa başına bir sarık alan herkes bir “susamışlık” hasretiyle çocuklarımızı cezbetti. Gizli zamanlarda ve gizli mekânlarda atalarının hikâyelerini duyan kimi çocuklarımız, inancımızla bağdaşmayan onun-bunun oyuncağı olabilen sözde dindarlar olarak yetişti.
Öyle ise inancın önündeki bütün engeller ve kısıtlamaları kaldıracak bir eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. Eğitim sistemi, dayatmadan, doğal süreçler halinde, inancını, tarihini, kültürünü bir bütün olarak ve doğru kaynaktan öğrenme yollarını sonuna kadar açmalı. İnancımızın naifliğini günlük hayata yansıtan süreçler geliştirilmeli.
Kısaca artık çocuklarımızın ifsadının sebeplerini başka kapılarda değil kendi evimizde, kendi yüreğimizde aramalıyız. Başkalarını suçlayarak bir yere varamayız. Elbette ki bu meselede batının rolü büyüktür. Ama önce biz batıya bu imkânları sunacak bütün eksiklik ve zaaflarımızdan kurtulmalıyız.