Geçenlerde çok basit, lâkin müthiş bir misal okumuştum.
Şöyle diyordu: “Yüksek bir yerden paraşütsüz bir halde düşerken yere çakılana kadar hiç acı hissetmezsiniz.”
Şu gelinen noktada; “biz demiştik, umursamadılar” türünden nâhoş ve son derece irrite edici ifadelere gerek yok ancak sonuçlara sevinmediğimize göre müsaade edin de bir iki şikeste kelamımız olsun.
“Din kardeşin zâlim de mazlum da olsa ona yardım et!” buyurduktan sonra; “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” (Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6; Tirmizî, Fiten 68) şeklinde açıklayan bir Peygamberin(sav) ümmetiyiz.
Hiç birimiz hatadan hâli, kusurdan pâk, günahtan berî değiliz.
Kardeşlerimizin bize, başkasına ve nihayetinde kendilerine yaptıkları haksızlıklara zulümlere, yanlışlara engel olmak için çırpınırız, yazarız, sesleniriz ve hakeza elimizden ne geliyorsa yapmaya çalışırız. Ancak ısrar ettiklerinde düştükleri hazin durum için üzülürüz.
Hele de Mısır’ın, Filistin’in, Kudüs’ün ve diğer mazlumların bir şekilde imdadına koşanlar için, israil işgal rejimini ve onun hamisi olan büyük şeytanı kızdıranlar için, her ne sâikle olursa olsun, ülkedeki halkın inancına, başörtüsüne sahip çıkanlar için, toplumun maddi faydasına adımlar atanlar için tabi ki üzülürüz.
Ve üzülmek için de illâ ki böyle bir seçim sonucunu da beklemeyiz.
Aynı kıbleye döndüğümüz kardeşlerimiz bize tepeden bakıp küçümsediğinde, koltuğa sarılmış tekebbürün ruh aynalarını kırıp mahvettiğini görür üzülürüz.
Sonra kuyudan ve zindandan çıkar karşılaşırız.
Onlar; ‘Tallahi lekad aserakallahü aleyna’ derler mi bilmeyiz ama biz; “bugün size kınamak yok, Allah sizi bağışlar. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir”(Yusuf 52) der, üzülürüz.
Canını yaktıkları her mazlumun ahını işitince, sadece mâni olamadığımız için değil, haklarında vaîd edilen ilâhi ikabın şiddetini hatırlar üzülürüz.
Çıkardıkları yasaların neticesinde yıkılan her aile yuvasındaki veballerini görünce, ‘yarın bunun hesabını nasıl verecekler’ der üzülürüz.
Güvenlik soruşturması, mülakat filan deyip son derece keyfi biçimde işinden aşından ettikleri fakir fukarayı, garip gurebayı görünce yalnızca mağdurlar için değil, onlara bunu yapanların yarın mahkeme-i kübradaki halini düşünür yine üzülürüz.
Camideki Kuran dersine, geçmişteki derin zındıkanın gözlüğüyle bakanları görünce, öncekilerin başlarına gelenleri hatırlar, yine üzülürüz.
Yanlış kimselerle yol yürüdüklerinde ‘eyvah deriz bunları nasıl tanımazlar, nasıl hayır beklerler’ der şaşırır üzülürüz.
Teraziler yanlış tarttığında, sapmalar arttığında, işler çamura battığında ‘bize ne’ demeyiz, gerçekten üzülürüz.
Hem sadece “öyle bir yer var, defolsun gitsinler” sözlerinin yankılandığı her biri Malazgirt’ten Çanakkale’ye kadar birbirine bağlı kalplerin sızısına değil, gönül gülistanında hâra üzülürüz.
‘Ama şunlar da var’ diye sıralanmış tüm perdeleri aralayıp meselâ Şehid Esma’nın mektubunu okurken gözlerinden yaşlar akan bir yüreğe suizan kondurmayacak kadar saf duygular beslerken, keferenin şamatasını duyar ve sahiden üzülürüz.
Biliyoruz bu satırlar, şu halde bile üzüntümüzle alay eden, hiçbir dersin, musibetin, hazin sonun kin ve nefretlerine deva olmadığı ağyar ile dolu Kaf dağına ulaşmayacak.
Ama biz, yüreğimizde ağrıyan yere üzülüyoruz.
Öyle umursamadan..