Soykırım ve katliamların geçmişi, ‘insanlık tarihi' kadar eskidir.
İnsanlık tarihinde nice savaş ve işgaller yaşanmış, bu işgal ve savaşlarda en ilkel ve en barbar yöntemler kullanılarak ‘kutsal bir varlık olan insanlar' acımasızca ve vahşice kıyımdan geçirilmiştir.
Birinci Haçlı Seferi'nde Avrupalıların Kudüs'ü ele geçirdiklerinde 70 bin insanı kılıçtan geçirmesi,
XIV. yüzyıl sonlarında İspanyol ve Amerikalıların binlerce yerliye uyguladığı soykırım,
İngiltere Krallığı'nın 1788-1938 tarihleri arasında sömürge amacıyla gittiği Avustralya'da yerli halk olan Aborjinleri sistematik olarak yok etmesi, tarih boyunca barbar Batı tarafından işlenen binlerce soykırım ve katliamlardan sadece bir kaçıdır.
Medeniyet, hoş görü, insan hakları teranelerini sürekli dillendiren Batı, soykırım ve katliamlarla dolu karanlık bir geçmişe sahiptir.
Batının karanlık ve murdar yüzü; yakın tarihte işlemiş olduğu zulümler, sömürü ve çıkar üzerine bina ettiği politikalar neticesinde ortaya çıkmıştır.
İnsani değerlerden ve adaletten yoksun çıkarcı Batı'nın, insanlığa verebileceği hiçbir değeri kalmamıştır. Âlem-i İslam bunun farkındadır. O yüzden yüzünü, bir hiç mesabesindeki Batı'dan çevirmiştir.
Dünya Müslümanlarının Batı'yı gerçek manada tanıması, İslam coğrafyalarında yıllardır süren ve tefrikaya sebep olan uğursuz savaşların sona erebilmesi için büyük bir fırsattır.
Biz Müslümanların en büyük hedefi, İslam coğrafyalarında yıllardır devam eden savaşları sona erdirebilmek veyahut yanan ateşi birilerinin söndürmesine vesile olmak değil midir?
Var gücümüzle sesimizi duyurmaya çalışmıyor muyuz; son haftalarda her namazdan sonra ellerimizi semaya kaldırıp, Halep'te yaşanan katliamların son bulması için Rabbimize dua edip yalvarmıyor muyuz?
Dayanacak gücümüz kalmadı. Halep'te yaşanan ‘asrın insanlık dramı' yüreğimizi derinden yaralıyor. Yaşanan mezalimi yazarken, duygularımızı ne şekilde kâğıda yansıtacağımızı artık bilemiyoruz hakikaten.
Yaşadıklarımız karşısında, Halep için kullanacağımız her kelime manasını yitiriyor, anlamsızlaşıyor. Çünkü Halep'te insanlık ölüyor; istisnasız her gün yıllar boyunca unutulmayacak büyük acılar yaşanıyor ve bizler de bunlara şahit oluyoruz.
Şahit oluyoruz derken; bombardımanda 7 çocuğunu kaybeden Halep'li bir annenin, son nefesini tekerlekli sandalye üzerinde sokak sokak doktor ararken verdiği tarifi çok zor olan o acı olay beliriyor gözlerimizin önünde…
Aman Allah'ım! Ne acı bir olay, ne ağır bir imtihan! Minik bedeni sahile vuran Aylan Kûrdî olayındaki gibi acı verici; insanı, insanlığından utandıran elim bir vakıa.
Hangi beden kaldırabilir ki bu ağır yükü?
Hangi tarihçi anlatabilir ki yaşanan bu elim olayı?
Kim tasvir edebilir ki bu acı manzarayı?
Hangi sosyolog analiz edebilir ki, tekerlekli sandalyeye mahkûm eşinin can vermesini hiçbir şey yapamadan bekleyen Halep'li babanın dramını?
Çaresizlik, acziyet, mazlumiyet bu olsa gerek…
Merhum Akif, ne de güzel duygularımıza tercüman olmuş:
“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş' ali vahdet,
Teslis ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?”