Yıl 2003, bir zemheri soğuğunun ortasında Giresun'un Gümüşhane sınırına yakın, adeta mercekle belirlenmiş diyebileceğim, Karadeniz Bölgesinin zorlu, bir o kadar da karlı ve çetin dağlarına sırtını yaslamış bir köyünde kendimi buluyorum. Köyde villa tipi evler çok ancak bize ahır misali bir lojman düşüyor. Kapısına asma kilit taktığım okulun lojmanı aynı zamanda farelerin cirit attığı bir mekân işlevini de görüyor. Sürgün edildiğim yerin, 1700 rakımlı olup Giresun il merkezine 178 km. uzaklıkta kaldığını da çok sonraları öğreniyorum.
Evet, Giresun'un Boyluca Köyünde, bir gece yarısı uykum kaçmış lojmanın penceresinden bir süreliğine lapa lapa yağan karı seyre dalmışım. Memlekette ehli imana yönelik başlatılan sürek avı ve yapılan haksızlıkları boylu boyunca tefekkür ededururken, birden esen rüzgârın ıslık çalarak sessizliğime ses katıp bana kulak kesildiğine şahit oluyorum. Malumunuz, birçok avcının katılmasıyla, çoğu kez avı kuşatarak yapılan avlanma çeşidi için sürek avı tabiri kullanılır. Bu ava sürgün avı da diyebilirsiniz. Bir süreliğine zindanda kalıp tahliye olduktan sonra bize düşen ise sürgün avıyla cezalandırılmak oldu.
Kocaman İslam beldelerini kanlı zorbaların keyfe göre yonttuğuna şahit olup bir 'la havle' çekiyorum. 'Kuş uçmaz kervan geçmez bu diyarda' vaktimin çoğunu kitap okuyarak geçiriyorum. Hem dışarıda diz boyu kar vardı. Köy okulunun köhne lojmanında meşe odunuyla tutuşmuş sobanın ateşinde demlenen kaçak(ithal) çaydan, bir yudum alıp elimdeki kitaptan bir pasaj okumaya devam ediyorum. Kitaplardan aldığım feyiz ve haz bir nebze yüreğimi serinletse de içimdeki volkanı dindirdiğini söyleyemem.
Derken gecenin bir vaktinde kaleme sarılıyor ve Hüseyin Can’a içimden geldiği gibi yazıyorum. Hem Sivas İllerinden öte giderek aşıkane; 'Arzuhalci halim yaz yâre böyle' mısralarını gayri ihtiyari terennüm ediyor veya 'evlad-ı iyalden vazgeçerek ravzana geldik' mısralarını gözyaşlarımla yoğuruyorum.. 28 Şubat soğuklarının hüküm ferma olduğu ve memleketin üzerini kapkara bulutların sardığı bir zamanda, gurbet ellerde derdimizi kime, nasıl anlatacağımızı bilmiyoruz ki? Nasıl olsa varacağımız diyara bizden önce haberimiz varmıştı. Algı yöneticileri bizim kalemimizi kırmışlardı bir kere. Aleyhimizde başlatılan "Bühtan" kampanyası nedeniyle gittiğimiz yerlerde “katil ve terörist” muamelesini görmememiz işten bile değildi.
Zaten memleketin her tarafı Yalancı Çoban ve ifk hamallarının nidalarıyla çınlıyordu. Yer ve gök katil zihniyetli işkencecilere lanet okuyordu adeta. Ve dağlarda ey Kabil, ey katil sesi yankılanıyordu. Hem Habiller şahittir ki o gün Kabiller ve katiller hükümette idiler. Kaldı ki Kabillerin iktidarında, iftira ve yalanın bini bir para ederdi. Her dönemde olduğu gibi 28 Şubat sürecinde de, nifak ehlinin pazarında hakikat ve doğruluk değil, ar, namus ve şeref satılırdı.
28 Şubat sürecinde bu yüce değerleri ayakaltı eden gerek akredite medya, gerekse brifingli hâkim ve savcılar, mazlumlara birlikte kumpas kurup şantajda bulunmayı da ihmal etmediler. Aynı nifak ehli, FETÖ'den himmet ve fetva alarak mazlumlar için yargısız infazda bulunup gözaltında işkence zoruyla onlara belge imzalatıp olmadık suçlar isnad ettiler ve on binlerce Müslümanı zindana gönderdiler.
Toz duman altında kalan hakikat hâki bir renge büründüğü için, o gün kimi, neyi, nasıl düzelteceğimizi, dahası kime kızıp, kimi seveceğimizi de kestiremiyorduk. Zalimlerin yüzüne "Yalan, doğrunun üzerine örtülmeye çalışılan kalın ve kara bir örtüdür. O örtü, hakikatin dayanılmaz gücünde gün gelir yok olup gider" sözünü haykırmak geliyordu içimden ancak sesimiz hiç mi hiç çıkmıyordu. Bu durum siyaset sahnesinde de işimizi epey zorlaştırıyordu.
Hem Hüseyinlerimize çamur atıp haddini aşan Yezid zihniyetlilere; edep yahu! Bari bühtan etmeyin, diyesim geldi. O günün şartlarında, nifak ehli kiralık katillerin karalamaları ve mesnedsiz iddiaları karşısında mütedeyyin kesim olarak medya ve basın gücünden yoksun oluşumuz, elimiz ve kolumuzu çaresizce bağlıyordu.