Adana Sivil İnisiyatif Meclisi (ASİM), Adana'da 50'den çok kuruluşun buluşmasıyla oluşturulmuş İslamî bir platformdur.
İHH-Adana İl Başkanı Mahmut Eraslan'ın başkanlık ettiği platform, bir süre önce genel kurulunda kararına varıp duyurma gereksinimi duyduğu on iki hususu duyurmak üzere bir takım ziyaretler yapıyor. Bu çerçevede İstanbul'a gelen ASİM heyetiyle bayramdan önce görüştük.
ASİM, özetle, âlimlerimizin kendi aralarında konuşmaları gereken ihtilaflı hususları medya önünde tartışmamaları, İslamî kesimlerin yaşanan haksızlıklar karşısında ortak tavır takınmaları ve kim olursa olsun zalime tepki göstermeyi öneriyor. Âlimleri itibarsızlaştırma çabalarına dikkat çekiyor. Siyasetle ilişkinin dozunun önemini vurguluyor. Ayrıştırıcı bir dilden kaçınmanın, birleştirici olmanın önemini dile getiriyor.
Hepsi önemli hususlar. Ama kanaatimce en önemlisi ASİM'in irşad faaliyetleri konusunda İslamî kesimlere rehavet halinin hâkim olduğuna dair yaptığı tespittir.
ASİM, Türkiye'nin batısıyla doğusunu birleştiren, bozulmanın da iyileşmenin de keskin bir şekilde hissedildiği Adana'da kurulu. Bu konum, ASİM'in irşadla ilgili endişelerine daha da önem katıyor.
Türkiye'nin genelinde bir yozlaşma problemi yaşanıyor. Ama problem, Türkiye'nin doğusu için daha fazla kendisini hissettiriyor.
Türkiye, 1960'larda sol menşeli bohem bir nesille karşılaştı. O sol menşeli bohem neslin hâlinin altındaki etkenler ne yazık ki hep yaşanan günlerde arandı. Oysa problemin köklerinde 1940'ların İslam'dan uzak yetişmiş, bunalımlı gençliği vardı. 1960'lı yılların gençleri, 1960'lı yıllarda yaşadıkları ile değil, 1940'lı yılların İslam'dan uzak yetişmiş, bunalımlı gençlerinin çocukları oldukları için katmerli bir bunalıma sürüklenmişlerdi. Benzer bir durum, bugün Türkiye'nin doğusunda izleniyor.
Sol kültür, 1990'lı yıllarda Türkiye'nin doğusunda doruk yıllarını yaşadı. 12 Eylül 1980 öncesindeki kitleden çok daha büyük bir kitle sol söylemin etkisine girdi. Ama her şeye rağmen o kitle geleneği biliyordu, inanç konusunda bir donanım sahibiydi, dili sol söyleme sözcülük ediyorsa da pek çok tutumunun kaynağında gelenek ve inanç vardı.
Onların çocuklarından oluşan genç kitle ise bambaşka bir noktadır. Karşımızda adeta “Bunalımın Çocukları” vardır. Doğulu nüfusun çoğunluklu illerde ya da Doğulu nüfusun görünür bir noktada olduğu illerde gençlerden söz edildiği an, “hırsızlık”, “uyuşturucu” ve başka olumsuz kavramlar peş peşe geliyor. (Özellikle Kürt değil, Doğulu nüfus dedim; zira Arapların durumu Kürtlerden iyi değil hatta Urfa gibi yerlerde çok daha olumsuz.)
Toplum, hâlâ birbirini tanıyor, birbirinin baş sağlığı için buluşuyor. Bu buluşmalarda hırsızlığa, uyuşturucuya, fuhuşata müptela olan çocuklar baba isimleri ile birlikte konuşuluyor. İnsan, bir anda kendisini adeta bir kötülük havuzunda görüyor. Şunun oğlu, hırsızlıktan içeride; şunun oğlunu geçenlerde uyuşturucu kullanırken gördüm, şu mahallede şu kadının ırzına geçen adam, şunun oğluymuş sözleri havada uçuşuyor.
Kafalar hâlâ sıcak. Gençliklerini 1990'lı yıllarda yaşayanların mühim bir kısmı hâlâ sol söylemin etkisinde. Bundan dolayı, sorgulama yapsa da doğru bir sonuca ulaşamıyor. İçinde bulunduğu hâlden solun dünyanın her yanında oluşturduğu ortamı değil, eğitim sistemini sorumlu tutuyor. Ki aslında kendisi eğitim sistemine katılmadığı gibi çocuğu da pek katılmış değildir.
Hükümet, 1990'lı yılların aksine gençliğe yönelik bazı tedbirler almış, Kur'an Kursları iyi işliyor, İmam Hatipler gençleri yetiştirme kaygısı taşıyor. Oysa söz konusu çocukların babaları, çocuklarını bu tür kurumlardan ısrarla uzak tutuyor. Çocuklarının zihninde bu tür kurumlara karşı sürekli kuşkular uyandırıyor. İşte bunun için söz konusu çocuklar tam anlamıyla “Bunalımın Çocukları” olarak nitelenmeyi hak ediyor.
Ne olacak bu çocukların hâli? Sorun, ilk kez yaşanıyor değil ve çaresiz değil.
12 Eylül'den sonraki çocuklar da kısmen böyle babaların çocuklarıydı. 1980'li yılların sonlarına doğru bizim neslimiz, bu tür yaşıtlarına gerek sol örgütten gerek resmi kurumlardan şiddetli bir baskı görünceye kadar İslamî bir söylemle seslenmeyi ve söylemine karşılık almayı başardı.
Bizim neslimiz sade bir İslamî söyleme sahipti. Hakkı, Allah'ın elçilerinin yolundan yürüyerek sade ve açık bir şekilde ifade ederdi, çağrısının karşılığını da sadece Allah'tan isterdi. Bununla birlikte gençleri etkileyen başka imkânlar da oluşmuştu. Çok sayıda İslamî dergi çıkıyordu. Güçlü bir İslamî şiir vardı, o İslamî şiirden heyecan dolu İslamî marşlar üretilmişti. Okullardaki gençlik, öncelikle İslamî dergileri okurken daha az eğitimli kesim, İslamî marşlarla yolunu buluyordu. Aynı dönemde özellikle Turgut Özal'ın etkisizleştirilmesiyle hükümetlerin şiddetli karşı duruşuna rağmen başarılı da bir tiyatro vardı.
İslamî kesimler, ayrıntıları değil, temel meseleleri konuşuyor, birbirlerini eleştirseler de birbirlerini tekfir etmiyorlardı.
Ne olduysa Ankara merkezli bir yapının İslamî kesimlerin söylemini iç tartışmalara çekmesiyle oldu. O güne kadar İslam karşıtlarını konuşan İslamî kesimler bir anda, Müslümanların yüzyıllar önce çözülmüş sorunlarını tartışmaya ve o tartışmalarda birbirlerini küçümsemeye, birbirlerini fikren yenemeyince birbirlerinin kişisel ayıplarını açığa vurarak birbirlerini itibarsızlaştırmaya başladılar.
Sünnet, bidat, tasavvuf, tarikat, tevhid, mezhep, taklit, şeyh kavramları etrafında dönen bu tartışmalar, bütün kesimleri kapsayan bir itibarsızlaştırma girişimiydi. Bugün de hâlâ bütün kesimlerin canını yakan bu itibarsızlaştırma girişimidir.
Herkes, anlamsız konulara öylesine odaklandı ki asıl unutuldu, teferruat öne geçti. Birbirleriyle uğraşanların dışarıya yönelik çağrısı karşılıksız kalır. Bugün yaşadığımız hâl bunun ta kendisidir.
İslamî kesimler, günahlarını başka güçlerin boyunlarına atmaktan bir an önce vazgeçip yaşadıkları itibarsızlaşma hâlinin nedenlerini ortadan kaldırmak durumundadırlar.
Bütün olumsuzlukları, devlet ve hükümete yükleme alışkanlığı da problemin başka bir yanını oluşturuyor. Hükümetlerin İslamî hizmetleri yasakladıkları günlerde var olan tiyatro bugün niye yok? O gün harıl harıl işleyen kütüphaneler bugün niye işlemiyor? Sivil toplum, bunu yapabilecek kabiliyettedir. Üstelik bir engelle karşılaşması da söz konusu değildir. Hiçbirimizin Allah katında mazereti yoktur.
Çok söz yerine icraata dönmek ve “Bunalımın Çocukları” için bir an önce bir reçete ortaya koymak gerekir. Aksi hâlde bu menfi hâl, dört bir yanı etkileyecektir. Nitekim, olumsuz bir hâl içinde olanlar, sadece bunalımlı kesimlerin çocukları değildir, dindar kesimin çocuklarında da ağır bir bunalım görülmektedir. Zira gençler, bir arada yaşamaktalar ve birbirlerini etkilemekteler. Dindar kesimin çocukları, bunalımlı kesimin çocuklarını irşad edecek sisteme sahip değillerse onların etkisi altına gireceklerdir. Bu bir tür havuzlar sistemidir. Hangi havuz taşsa diğerini doldurur. Bunun başka bir seçeneği yoktur. Bugün ne yazık ki taşan bohem gençliktir. Durgun olan ise dindar gençlerdir. Bu durgunluğun tek başına resmi kurumlar tarafından sonlandırılması mümkün değildir. İslamî hizmetlerde yönetim desteği elbette önemlidir. Ama birey ve toplumun dindarlaşmasının salt resmi kurumlarca gerçekleşmesi İslamî geçmişe bakılırsa eşyanın tabiatına aykırıdır.
Bu bakımdan ASİM türü yapılanmaların Anadolu'daki durumu kamuoyu oluşturma gücüne sahip kesim ve kurumlara duyurmaları kadar o duruma yönelik çözümler üretmeleri de beklenir.