Tüm ülkede olduğu gibi, Erzurum’un Köşk Mahallesi’ne de bağıra bağıra gelmişti 12 Eylül. Yıllar boyunca aşağısı ve yukarısıyla bölünmüş halde gerilip duran Köşk Mahallesi’ne 10 Eylül 1980 gecesi ilk ateş düşmüş, mahallenin aşağısını ellerinde tutan Dev-Genç mensupları, mahalleye yeni konulan büyük çöp tenekesinde binlerce kitabı ateşe vermişlerdi. O kadar ki alevler arasında çıtırdayan Marks, Lenin, Engels ve Stalin külliyatından tek bir kitap bile almamıza izin verilmemiş, siyaha yakın gri renkli büyük çöp tenekesi narlaşmış, erimeye yüz tutmuştu.
‘Kominisler kitaplarını yakıyorlar...’ demişti babam ve eklemişti; ‘...bunda bir iş var ama hayrola...’ O gece sabaha kadar mahalleyi küllü, tozlu ve ateşli bir ışığa boğarak yanan onca kitap, külden külçelere dönüşmüş ve 11 Eylül sabahı mahallenin komünistleri de sanki yaktıkları kitapların küllerine karışmış gibi yok olup gitmişlerdi mahalleden... Benim aklımda ise Marks’ın ve Engels’in sakallarıyla Lenin’in, uçları kıvrık bıyıkları kalmıştı.
11 Eylül gecesi ise, kendi kitaplarıyla ateş yakma sırası mahallenin yukarısını ellerinde tutan Ülkücü’lere gelmişti, dudaklarının kenarından aşağıya doğru sarkan, uzun bıyıklarını çeke çekiştire, sanki neden yaptıklarını bilmedikleri bir şeyi yaparmış gibi, Alparslan Türkeş’in, Cavit Ersen’in, Ayhan Tuğcugil’in, Emine Işınsu’nun, Galip Erdem’in, Osman
Turan’ın kitaplarıyla bir de Eric Hoffer’in ‘Kesin İnançlılar’ adlı kitabını ateşe vermişlerdi onlar da. Gerçi hem kitapları hem de onların kitaplarından yükselen ateş, devrimcilerin yaktığı ateşin yarısı kadar bile değildi ama sonuçta onlar da kendi ateşlerini yakmış ve kendi kitaplarını tutuşturmuşlardı.
Böyle bir şeydi işte; aşağısı ve yukarısıyla koskoca bir mahalleyi birkaç yıldan beri ellerinde tutarak paylaşan devrimcilerle ülkücüler, sanki bir yerden haber almışlar gibi, o güne kadar kendilerini ayakta tutan, girdikleri her kahvehane ve çay ocağında tekrar ede de ezberledikleri kitaplarını iki gece boyunca yakarak ortadan kaybolmuşlardı ya da biz öyle sanmıştık...
Sabaha doğru gelen cemse sesleri...
O iki gecelik iç burkan yangından 13 yaşındaki çocuk aklımla hiçbir şey anlamamış ama babamın ‘...bunda bir iş var ama hayrola...’ sözünü de unutmamış ve o iki gecelik ateşten kurtardığım birkaç kitabı, dükkanın ardiyesinde saklayıp beklemeye başlamıştım.
Evet, tıpkı babamın dediği gibi; ‘...bunda bir iş vardı ama hayrola’ydı...’
O gece 11 Eylül gecesiydi, tıpkı Ankara’da gün sayan büyük paşalar gibi ben de gün sayıyor, Eylül’ün 12 ve 13. günlerinde gelip geçmesini ve 14 Eylül günü, küçük halamın evde yapacağı pastayla kutlayacağımız ilk doğum günü kutlamamı bekliyordum. Dedemin ve babamın onca muhalefetine rağmen, nenemin, annemin ve halamın inatçı ve kararlı direnişleri sonunda, dedemin ‘gavur olacaksınız...’ uyarısına rağmen, 14 yaşına gireceğim, 14 Eylül günü kutlayacağımız ilk doğum günüm olacaktı bu.
İki gecedir genzime dolan kimi komünist kimi ülkücü kitapların kokusuyla uyumuş ve 12 Eylül sabahına televizyondan ve radyodan yükselen Hasan Mutlucan türküleriyle uyanmıştım. Sabahın erken saatleriydi, dışarıdan büyük gürültüler çıkaran kamyon sesleri geliyordu. Aniden fren yapan kamyonlardan çokça asker birlikte iniyor, kapılar sertçe kapatılıyor ve arada bir de ‘Komtanıııım!...’ diye çığlık çığlığa yükselen genç sesler işitiliyordu. Pencere kenarındaki sekiye serilen yatağımda uyanıp, perdenin arasından baktığımda küçük sokağımızı dolduran çokça araç ve sayısız asker görmüştüm. Köşk Mahallesi o sabah kirli yeşil bir kumaş rengindeydi. Hem sırtlarında, hem önlerinde hem de ellerinde tüfekler taşıyan askerler oradan oraya koşuyor; kimi evlerden adamlar kadınlar alınıyor, sert topuk sesleri ve silah şakırtıları arasında kimi fısıltıya kimi inlemeye benzeyen bazı sesler işitiliyorsa da sanki hiçbir sese izin vermeyen ‘emir almış bir sessizliğin’ ağırlığı hissediliyordu.
O kadar ki; ne Muhlis Amca’nın horozları ötüyor ne Muzaffer Amca’nın köpekleri havlıyor ne de Zennure Eze’nin inekleri böğürüyordu o sabah. Evlerin, dükkanların kapıları yerine askeri cemselerin kırılırcasına açılıp kapanan sesleri işitiliyordu. Zakirbey Caddesi’nden, Köşk Mahallesi’ne, Erzurum’a ve sanki tüm ülkeye asker sesi egemen olmuştu o sabah. Ve benim aklımda iki gün sonra kutlayacağımız ilk doğum günüm, küçük halamın evde yapacağı pasta ve önceki iki gece boyunca yanan ateşlerden kurtarıp, dükkanın ardiyesinde sakladığım kitaplar vardı. ...
Evde ekmek yoktu...
Babamın dedemden devraldığı bakkal dükkanı, oturduğumuz apartmanın hemen altındaydı. Evimizin önündeki asker kalabalığı dağılmış, dedemin deyimiyle “Hereket/Hareket olmuş” benim ilk anda içindeki hareketten dolayı ‘Deprem olmuş’ sandığım ama babamın deyişiyle tam anlamasam da içine askerleri ve askeri arabaları koyarak anlamaya çalıştığım biçimde “İhtilal olmuş /Darbe yapılmış”tı ve evde ekmeğimiz yoktu.
Televizyonda ve radyoda aynı anda konuşan Kenan Evren’in gırtlağının bir yerinden incelerek çıkarken hiç de asker sesine benzemeyen bir sesle söylediği gerekçeler arasında ‘vatan’, ‘bayrak’, ‘Atatürk’, ‘birlik’, ‘bütünlük’, ‘anarşi’, ‘terör’, ‘ilke ve inkılaplar...’ gibi onca söz sanki yeni bir dönemin habercileri gibi evin içine doluyor, o konuştukça babamın ve dedemin yüzüne yayılan endişeden anladığım kadarıyla da pek hayırlı bir şeyler olmuyordu...
Düpedüz nutuk çekiyor, kendilerinden başka her şeyi ve herkesi suçluyor, sanki milletin beklediği bir güneşmiş gibi, sanki millet onları bekliyormuş gibi, yapmaları gerekeni yapanların becerikli mağrur duruşlarıyla şişmiş bir ego içinde, sokağa saldığı askerin kime nasıl davranacağından bihaber Kenan Evren Paşa özellikle ‘ülke’ derken büzülerek garip bir şekil alan kalın ve geniş dudaklarıyla konuşmaktan çok dövmeye yatkın huysuz babalar gibi emir üstüne emirler yağdırıyordu.
Onun o konuşmasından neşet eden soğukluk ve sertlikten olacak, sanki ‘Evren Paşa’nın millete yaptığı o konuşmayı paylaşırcasına sokaklara dağılan askerlerin yüzünden düşen bin parça olmuş, o güne kadar saf bir çocuklukla gördüğümüz her yerde “asker abi Merhaba” diyerek selamladığımız ‘asker abi’ler bile, her biri bir Kenan Paşa’ymışçasına, nasıl kullanacaklarını bilmedikleri bir yetkinin tek tip elbiselerinden sarkarak kaldırımlara dökülen sarhoşluğu içinde kaşlarını çatmış, tüfeklerine sarılmışlardı.
Kenan Paşa aynı anda hem radyoda hem televizyonda konuşuyordu, askerler sokakları doldurmuştu, iki gün sonra benim ilk doğum günüm kutlanacaktı ama bundan hiç kimsenin haberi yoktu. Bundan da öte o sabah evimizde akşamdan kalan yarım ekmekten başka ekmeğimiz de yoktu. Sokağa çıkma yasağı denilen şeyi o sabah anlamıştım, sokağa çıkmak yasaktı ve asıl önemlisi süresi belli olmayan- olsa da ilk etapta halka bildirilmeyen- bu yasak süresince memleketi kardeş kavgasından kurtarmaya gelen anlı şanlı paşaların, evinde ekmek olmayan milletin bu derdiyle hiç alakaları yoktu. İhtilal böyle bir şey miydi yani?
Birlik, beraberlik ve huzurunu garantiye almak için uğruna ihtilal yaparak sokaklara dökülen askerler ve onların komutanları, 12 Eylül gününün gecesine kadar bunu düşünmedikleri için çocuk gözümden düşmüşlerdi o gün.
Un yere dökülürse...
Son paket makarnayı da haşlayan annemin çaresiz bakışlarına dayanamamış, babamın dükkanının anahtarlarını aldığım gibi soluğu kepenklerin önünde almıştım. Karanlıktı, küçüktüm, karnım açtı. Sabah ve öğlen dışarıya çıkmaya çalışan dedem ve babama izin verilmemişti. Canım burnumdaydı, ben çocuk aklımla ilk doğum günümün kutlanmasını beklerken, onun üstüne gelmeleri bir yana, insanı kapısının önündeki kendi dükkanından bir avuç un almaktan bile men eden bu üniformalı aptallığa verecek bir cevabımız olmalıydı.
Açılan kepenk sesi sanki tepeden tırnağa içimi de söküp açmış; dedesine, nenesine, ana babasına ve kardeşlerine un götürecek bir delikanlı gibi karanlık dükkana dalmış, yerini ezbere bildiğim un kasasına dayanarak bulduğum kese kağıtlarını avuç avuç unla doldurmaya başlamıştım ki; bir anda karanlık dükkanın içi ışıl ışıl fener ışıkları ve ‘duur’, ‘kıpırdama’, ‘eller yukarı’ diye bağıran askerlerle dolmuştu...
Ben, 13 yaşında, 14 yaşına girmek için gün sayan çocuk; üstüme başıma bulaşan un beyazlığı içinde kucağıma bastırdığım un dolu kese kağıtlarıyla, birden bire hepsi üstüme çevrilmiş tüfeklerin arkasında, belki benden daha çok korkan yüzlerle bana bakan ve artık ‘abi’ demeyi hiç düşünmediğim askerlerin karşısında kalakalmıştım, 12 Eylül 1980 gecesinde.
Aklımda kalan tek tük cümleler şöyleydi; ‘Burası benim babamın dükkanı, evimizde ekmek yok, un götüreceğim, şimdi bu unlara dokunur da yere dökerseniz hepiniz cehenneme gidersiniz, ona göre...’
Trajedi mi demeli yoksa komedi mi ya da trajikomik bir sahnemiydi bu, bilmiyorum; sesimi duyan askerlerden biri dışarıya çıkmış, tüm söylediklerimi bir Jeep’in içinde bekleyen komutanına aynen şöyle aktarıyordu; ‘ İçeridee, yüzüüü, gözüüü, un içinde kalmış bir çocuk var komutanım, dükkan babasının dükkanıymış, evlerinde ekmek yokmuuş, un götürüyormuuş ve unu dökersek hepimiz cehenneme gidecekmişiiiz, öyle diyor çocuk, arz ederim komtanııım...’
‘Un’mu, un, un, un...’ sesleri arasında ama kesinlikle unu dökmemek için bana dokunmaya bile cesaret edemedikleri bir çekingenlik içinde bana yol vermişler, dükkanın dışına çıkmıştık. Üzerime tuttukları fenerin ışığı altında un tozu ve un beyazı içinde tütüyordum, komutan da askerler de çaresiz bana ve kucağımda tuttuğum un dolu kese kağıtlarına bakıyorlardı.
Ne komutan ne de askerler, unumuza dokunamamışlardı o 12 Eylül gecesi. Cehennem korkusu böyle bir şeydi işte, nitekim o kargaşalı günler içinde 14. ve ilk ve son doğum günü kutlamam da tarihe karışmıştı.
Alacağı olsun Kenan Paşa’nın...(Star)