Bu hafta Hüda Par Kongresiyle alakalı yazmayı düşünüyordum. Siyasetteki bu yeni soluğun kısa süre zarfında teşkilatlanma konusunda gösterdiği performansı görmeye çalışacaktım. Ancak daha önce, gazetemiz yazarların da içinde bulunduğu Sivil Toplum Kuruluşları yetkili ve gönüllülerine verilen cezanın gerekçeli kararı yayınlanınca fikir değiştirdim. Fikir değiştirdim, çünkü gerçekten haberimizde de okuyacağınız gibi bu gerekçe, hukukun ve adaletin nasıl da ayaklar altına alındığının kanıtı ve bu kanıtları yazmamız gerektiği hususunu bir Müslüman olarak vazife bildim.
Verilen cezaların daha doğrusu kişi başına 12,5 yıla varan cezaların gerekçeleri, şiddet telkin etmeyen telefon görüşmeleri, ziyaretler, karşılıklı suç içermeyen konuşmalar olamaz, olmamalıdır. Gerekçelerde tek bir tehdit, şiddet veya örgüt faaliyeti yok. O böyle konuştu, şu şöyle konuştu, bu Diyarbakır’a gitti, öbürü yurt dışına çıktı… Ya millet Kandil’e, dağa gidiyor kardeşim! Adam Diyarbakır’a gitmiş de ne olmuş? İkide bir ifade etmenin bir anlamı yok ancak bu milletin anasını ağlatanların karşılıklı konuşmaları, görüşmeleri ve muhabbeti dikkatleri niye celbetmiyor, anlamakta zorluk çekiyorum? “Ordu” kurulmuş şehir içinde kimlik kontrolleri bile yapılıyor. Onları cezalandırın, diye bunları söylemiyorum. Size göre suç niye bu kadar kişiye göredir, demek istiyorum. Ortaya konan ciddi hiçbir şey yokken bu kadar cezaya “el-insaf!” demek istiyorum, o kadar.
Gerekçeleri görünce küçük dilinizi yutacaksınız. Mahkeme legal manada yapılan her faaliyeti suç kapsamına almış ve bu “suçlar” üzerinden insanların canına okumuş. İnanın İstanbul dosyasıyla ilgili hukuksuzlukları görmek için hukukçu olmaya hiç mi hiç gerek yok. Mahkemenin gerekçelerini okuduğunuzda kimi hâkimlerin legal faaliyetlere nasıl suç atfettiklerini ve bunu açık açık ifade ettiklerini bulacaksınız.
Mahkemenin Hacı İnan’ın beraatıyla alakalı bölümü okuyunca daha çok şaşıracaksınız. Mahkeme tek bir konuşma için ceza vermemiz doğru olmaz, diyerekten adeta “buna biraz daha zaman tanısaydınız ona üyelikten tekrardan bir ceza verirdik” dercesine aynen şunları ifade etmiş: “Sanık ceza evinden çıktıktan sonra kendisini karşılamaya gelen aynı fikirleri taşıdığı kişilere karşı bir konuşma yapması tek başına üyelik suçunun oluşumu için yeterli değildir. Kişiye yeni suç için makul bir süre tanınmalı ve davranışları devamlı şekilde örgüt üyeliğini gösterir şekilde olup olmadığı yasalar çerçevesinde incelenmelidir. Zira bazen kişiler kendilerini karşılayan kitlelere karşı toplumsal psikoloji ile anlık konuşmalar da yapabileceği hayatın olağan akışına uygundur.”
Ayrıca mahkeme, evde bulunan dokümanları (ki bunlar kaset-CD ve kitaplardır) Hacı İnan’ın “zaman problemi” nedeniyle ona değil de aynı evde yaşayan oğlu Seyfulislam İnan’ın hanesine yazılmasının daha doğru olacağına karar vermiş ve şöyle demiş: “Ayrıca sanığın oğlu diğer sanık İslam İnan ile aynı evde yaşamaları nedeniyle çıkan bu dökümanlardan 10 yıldır cezaevinde bulunan bir kişinin sorumlu tutulması da hayatın olağan akışına uygun olmayacaktır” Yani dokümanlar (kaset-CD vs.) kimin olduğu aslında belli değil, fakat baba yeni çıkmış diye en iyisi biz oğluna yükleyelim gibi bir anlayış var burada. Ve malumunuz oğul da üyelik cezasına çarptırıldı.
Bu ve buna benzer davalarda İslami çalışmalar artık suç olmaktan çıkartılmalı, sudan bahanelerle insanlar evlerinden, ailelerinden, ticaretlerinden edinilmemeli. Bunlar, cezanın değil beraatın gerekçeleri olmalıydı. Allah’u Teâla’nın semi’ ve basir olduğu hiçbir zaman unutulmamalı. Bir iki ay içerisinde biri yargıtayda biri İstanbul ağır cezada alınan kararlar vicdanları rahatsız ediyor. Yargıtay 9. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen İslami STK duruşmasında da aralarında Adana Umut Der Eski Başkanı ile Şura Der eski başkanının da bulunduğu 5 kişiye verilen 37 buçuk yıllık ceza onanmasına tepki gösteren Adana Umut Der Gıda Bankası Başkanı Selahaddin Yeniay, “Takdir edileceğimize cezalandırılıyoruz!” demişti. İnsan bu kuruluşların yardım faaliyetlerini ve hizmetlerini görünce “doğrudur, bu işler takdir gerektiriyor” diyor ancak niyet okumalarla ne yazık ki bu çalışmalar cezalandırılıyor. Akil Adamlar raporlarına yansıyan şu tespit aslında çok şeyi ifade ediyor: “Bölgenin bir gerçekliği olan Hizbullah/Mustazaflar Hareketi’nin kendisini şiddetten arındırıp sivil topluma ve demokratik siyasete entegre olma çabalarının desteklenmesi ve teşvik edilmesi gerekirken legal sivil toplum faaliyetlerinin dahi terör eylemi olarak değerlendirilip kimi üyelerinin terör örgütü üyeliği suçlamasıyla mahkûm edilmesi ve derneklerinin kapatılması, söz konusu yapıyı kriminalize etmekten ve gerilimlere yol açmaktan başka hiçbir sonuç doğurmamaktadır. Çözüm süreci bakımından bir risk potansiyeli taşıyan bu olumsuz gelişmeler, yetkililerce dikkate alınmalı ve gereken hassasiyet gösterilmelidir.”
İnsanları cezalar ve hapislerle korkutarak bir yere varılmaz. Roma’nın ünlü zalim imparatorlarından Galigula’nın, şu ünlü sözü devamlı tekrar ede durduğundan söz edilir: “Benim istediğim, halkın benden korkmasıdır. Benden korksun da istediği kadar nefret etsin, umurumda bile değildir!” Bunu sürekli tekrarlayan imparator, saldığı korku işine yaramamış ve 41 yaşında halk tarafından da değil yakın korumaları tarafından derdest edilmiştir. Nefret, korkunun önüne geçmiş ve korkuyu salmak suretiyle imparatorluğunu sürdüreceğini düşünen imparatorun korku duvarı, bir koruyucu kalkan görevini görememiştir.
Sürekli halkı kin ve nefrete sürüklemek, yok yere aileleri mağdur etmek, duanın bed olanını mücibtir. Hem yasal manada hem de Allah nezdinde mazlum ve mahrumların davalısı olmaktan kaçınmak doğru olanıdır. Bu halk mazlumdur. Bu halk Müslümandır ve onun İslami hassasiyetlerden başka bir gaye ve endişesi yoktur. Terör onların şe’ni değildir ve öyle değerlendirilmemelidirler.
Selam ve dua ile…