Söze Madımak oteli olayı denince akla gelen, asıl adı ‘Mehmet Nusret’ olan ve hafızlık yapmasının bila-ahirinde ateist olarak ölen Aziz Nesin’in bir konuşmasından kesit ile başlamak istiyorum.
Kendisine, ateist olmasına rağmen neden sürekli ‘inşallah maşallah’ gibi dini lafızlar kullandığını soran gazeteciye cevaben “Biz buraların çocuğuyuz, elbette ki bu kelimeleri kullanacağız, buraların kültürü budur.” der.
Aslında anlatmak isteyeceğimizin hasılı Nesin’in kurduğu cümlelerin ücra köşelerinde mevcut. İslam ile var olan, Kur’an ile doğrulan ve başarısını, izzetini buna borçlu olan, bu coğrafyanın Müslümanları maalesef İslam’dan miras olarak yalnızca kavramları bıraktı kendinde. Dini lafızlar ile işe başladı, lakin işin devamında dini unuttu. Korkunca dini hatırladı ve kavramlarını ağzına aldı, korkusu geçince dinden uzaklaştı. Yani din kendisine hükmetmesi gerekirken, kendisi dine hükmetmeye çalıştı. Bunu fark eden din düşmanları ise dinini yaşantısına uyarlamak suretiyle tahakkümü altına alanları, ideolojilerle ya da hazsal manipülasyonlarla kendi tahakkümü altına alarak, her an bir doğuma gebe olan hakikatin dinini, bir nevi kontrolde tutmaya çalıştı hadsizce..
Ve batı, bizi kültürüyle yoğurdu ve yoğurmaya da devam ediyor mütemadiyen. Geriye doğru bir seyir hali içerisindeyiz. Girift bir çarka entegre olmuş meçhulleriz. Öyle ki ne hakkıyla batıyız ne de hakkıyla doğu. Münevverlerimiz ne Ezher’li ne de Sarbonne’lu.
Bu ikilemler sitem değil. Hakkıyla ne yaptığımızı bilerek şu ikili kültürü elimine ederek benimsersek galip biziz. Peki, niçin galip değiliz, niçin iki arada bir deredeyiz?
El-cevab; çünkü ne harmanladığımızın farkında değiliz. Çünkü tercih eden değil maruz kalanız. Çünkü bunu anlayamayacak kadar sermestiz. Ayılacağımız vakitlerde iki doz daha enjekteye maruz kalıyoruz. Akabinde fazla ilerlemeden yalpalaya yalpalaya günaşırı yeni gündemlerle uyutuluyoruz.
Bu sistemsiz ve ne idüğü belirsiz kültürün girdabı içerisinde döne döne dibe batmaya devam ediyoruz. Düşünün, bu kültür bizi rakı masasında dini kavramları kullandırabilecek kadar pervasız, dinin konuşulduğu meclislerde küfürlü konuşacak kadar hadsiz, din adına aldatmayı artık aleladeleştiren üsluplara bürüyor, biz farkında olmadan.
Yusuf Kaplan’ın dillendirdiği “Bir toplumun başına gelen en büyük şey, başına ne geldiğini bilememesidir.” cümlesine matuf bir toplum olageldik geçmişten bugüne uyuşturulduk. Teoman Duralı’nın deyimiyle ‘Ailzheimer olduk’..
Beş vakit namazı ihlastan beri şekilde kıldıktan hemen sonra pembe dizilere zaman ayırmanın ne denli zaman kaybı olacağını dünyayla iştigalin verdiği yorgunluktan dolayı düşünemedik. Ve celladına aşık olanların mikrofondan bağırarak söylediği yalanları ya da sapkınlıkları düşünce özgürlüğü adı altında sükutumuza misafir ettik.
Çünkü düşüncemizi sömürülebilir kıldık. Omuzlarımızın taşıdığı büyük mirasımızı müdafaa edemedik. Taviz verdikçe eksildik, eylemsizleştik, ruhsuzlaştık ve kalmadık! Fikrin egemenliğini fiilden beri zannettik. Dilimizde her daim İslam vardı lakin eylemlerimiz yabancıydı dilimizdekilere. Saman ateşine benzer savunularımız ve gecesinde konuşulup sabahında unutulan planlarımız vardı. Yaşanılan bu gedikler cellad tarafından dolduruldu. Ve sistemli çalışmanın başarısıyla maneviyattan uzak ama maddiyatta zirveye yerleşen başka kıtalar, atlar koşturabildi bizim topraklarımızda. Bu arada bu anlatılar, batı düşmanlığı değil tamamen kendi beceriksizliğimiz ve kimliksizleştirme hamlesine karşı hamlesiz kalışımızın eleştirisi…
Bin dört yüz yıl öncesinde üç kişiyle başlayan, hoşgörü ve ferasetle etrafa yayılan, günümüzde milyarlarca müntesibi bulunan bir davanın, kökünden uzaklaştıkça düştüğü ahvalin ufak bir sitemidir kalemim tarafından yazılanlar .
Kökünden uzaklaşmak demişken tam bu noktada işin reçete kısmını yazmak günümüz entelijansiyasının/aydınının sürekli olarak yaptığı yalnızca tespit yapmak gafletinden uzaklaşmamızı sağlayacak; diri, iri ve kökünden haberdar bir toplumun kim bilir belki yapıtaşları olacak. Eylemsizliğimize fiil gücü, karanlık tünelin sonuna ışık olacak belki de.
Peki nedir reçete?
Reçetemiz;
Hz.Osman’ın Medine’ye hicretin ilk zamanlarında Rume kuyusunu satın alışındaki ekonomik zekayı benimsemek, politik hareket etmek, farkında olmak ve ihlasla aksiyon almak olacak. Siyasetimiz Medine Vesikası anlayışı, ahlaklı ve omurgalı bir siyasi duruş olacak. Eğitimimiz, Bedir galibiyeti sonrası esirlere ceza olarak verilen on kişiye okuma-yazma öğretme mükellefiyeti aşkıyla vücud bulacak. Davetimiz taşlanmasına rağmen Taif’e tebliğ yapmaya gitme teşebbüsünde bulunan Rasulullah’ı (s.a.v) rol model edinerek ilerlemek olacak. Ekonomik gelir anlayışımız Ömer Bin Abdulaziz’in zamanında zekat verilecek kimsenin olmamasının adaletini sahiplenmek ile kendine gelecek, var olacak. Aslında çözüm tabiri caizse pilot dönemimiz olan Asr-ı Saadet’ten haberdar olmak ve bize bırakılmış mirasa sahip çıkmak olacak.
Ve reçete, biz özümüze dönme konusunda gerçekten kararlı olunca derman olacak. Biz, bize enjekte edilenin bizi sarhoş ettiğini anladığımızda bu oyun bitmiş olacak. Bu da başkaldırı ile mevcut olacak. Çünkü başkaldırı düşüncenin akabinde gerçekleşen eylemdir. Her yol aslında başkaldırı ile açılmıştır. Albert Camus’un da dediği gibi ‘başkaldırıyorum o halde varım!’ bizim de deneyeceğimiz bu olmalı. Uyutulduğumuz ve uyandırılmamamız için her yolun denendiği sisteme başkaldırırsak var olacağız. Başkaldırınca fark eden bizler; savunu ihtiyacı duyan onlar olacaktır. Hz. İbrahim putlara tapanlara başkaldırarak bulmuştur doğru yolu; Hz. Musa Firavun’un tahakkümünde olan topraklarda başkaldırarak var olmuştur, Muhammed Mustafa (s.a.v) Allah’ın izniyle başkaldırarak milyarların inandığı dinin yolunu açmıştır.
O halde hep beraber gür bir seda ile diyoruz ki;
Düşünüyorum, Başkaldırıyorum, Farkına Varıyorum!
Yusuf Yetiş